10 Aralık 2006

Orhan Pamuk

Orhan Pamuk kitabı okumadım hiç...
Galiba okumuş, bitirebilmiş ve anlamış bir arkadaşım da olmadı...
Bunun zıddını da çok sık duymadım...
Ettiği laflar gündeme yerleşti...
Tepki duydum...
Nobel kazandı...
Kitaplarında Atatürk hakkında olumsuz yazıları ortaya çıktı...
Yine tepki duydum...
Nobel ödülü nedeniyle konuşma yaptı...
Bir kısmını dinledim... Sıkıldım... Başka kanala geçtim...
Sonra, ertesi gün konuşmasından alıntıları dinlemeye başladım...
Cümlelerini, vurgularını, duygularını...
Beni bir paragrafıyla çok etkiledi...
O paragrafı duyduğum zaman Orhan Pamuk kafamdaki yerine oturdu...
Ben O'nu hep önyargı ile dinlemiş, önyargı ile okumamıştım. Nobel ödülünü ülkemize getirdiği için önce sevinmiş sonra bazı yazılarını görünce üzülmüştüm.
Nobel konuşmasında İstanbul için taşra demesi, üstelik bir ayağı İstanbul'da bir ayağı yurtdışında olarak, binlerce kitaba sahip bir kütüphanesi olan evde büyüyerek yine de taşra diyebilmesi haksızlık gibi gelmişti. Kitapları dünyaya ulaşan bir Türk Yazar'ın bizi küçümsemesi canımı acıtmıştı...
Halbuki konuşmasındaki o paragrafta gördüm ki, O kendine de kötümsermiş...
Karamsarmış...
Sıkılganmış...
Yalnızmış...
Kızgınmış...
Mutsuzmuş...
Babasının bavulunu açarken korkmuş. Çünkü, gerçekten iyi bir yazarla karşılaşırsa kıskanacak ve tanıdığı babası olmayacakmış...
Yazar olmuş çünkü başka bir iş yapamadığı için...
Yazar olmuş çünkü getirdiği ünden memnunmuş...

Kendi hakkında böyle konuşabilen birinin, kendisini böyle anlatabilen birisinin başka herşey için daha parlak şeyler yazamayacağını anladım. Kendi zayıflıklarını, zaaflarını, eksiklerini, duygularını bu kadar açık anlatabilmesi. Kendi hakkında böyle açık, bana göre karamsar konuşması.
Anladım ki bu O'nun dünyası, duygusu, fikri, çapıydı... O'ndan olumlu sözler beklemek, çok şey beklemek olacaktı. O'nun kendine ait bir dünyası ve görüşleri vardı. Bize uymayabilirdi... Bana göre O sıkılgan, mutsuz, tepkili biriydi...


Konuşmasından bölümler:
"Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum."

"Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul'da, Türkiye'de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimeleregeçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum."


"Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik. Ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler. Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum."

(Kaynak: www.hurriyet.com.tr)

Hiç yorum yok: