31 Temmuz 2007

Mançurya Kobayları

Vural Savaş'ın kitabından alıntılara devam ediyorum. Mançurya kobayının ne anlama geldiğini öğrendim. Paylaşmak istedim. Böyle özel bir anlam taşıdığını bilmiyordum. Film deyip geçmiştim... (Aynı isimde filmi vardı)

"Vural Savaş, Vatanın bağrına
düşman dayamış hançerini"
Sayfa:59;
"Zamanın CIA direktörü Allen Dulles, Princeton Üniversitesi'nde 1953'te şöyle bir konuşma yapmıştır.:
"Hedef 'insan zihnindeki savaşı' da kazanmaktır. Bu savaşın ilk cephesi propoganda, depolitizasyon ve sansür ile kitlesel sindirmeyi sağlamaktır, ikinci cephe ise bireyin beyninde kazanılacaktır; hedef beyin yıkama, zihin kontrolu, ideolojiyi değiştirme ve gerektiğinde bir çok Mançurya Kobayı (Manchurian canddate) yaratabilmektir!"
Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate) kendi iradesi dışında hipnozun etkisiyle başkalarının istediği bazı eylemleri yapanlara verilen isimdir. Kelime Mançurya'dan ve Kore savaşından gelmektedir. Kore savaşı sırasında Amerikalı askerlere Çinliler tarafından bir dizi beyin yıkama deneyi ve işkencesi yapıldığı bilinmektedir. Bu terim Frank Sinatra'nın ünlü "Manchurian Candidate" filmine konu olmuştur. Filmi CIA finanse edip çekmiştir. Hedef tehlikeyi büyük gösterip devletten bu konuda fonlar alabilmektir. Filmde robotlaştırılan bir Amerikan subayının nasıl ulusal güvenliğe zarar verdiği anlatılmaktadır."


Bu alıntıların hepsini okuduktan sonra, hele hele kitabı okuduktan sonra son 20-30 yılda meydana gelen olaylar bir puzzle gibi birleşiyor mu zihninizde? ve resim berraklaşıyor mu? Berraklaştıkça da...
Biz daha uyanamadık... Hala her iki kişiden biri uyuyor!!! Adamlar 1953'den beri nelerle uğraşıyor...

Vatanın bağrına dayamış düşman hançerini

Bu kitabı okuyorum...
Anlatımı harika... Su gibi akıyor okurken... Sayfalar nasıl bitiyor anlaşılmıyor...
Bu hem anlatımın sadeliği nedeniyle hem de acaba arka sayfada neyle karşılaşacağım sendromu nedeniyle...
Yine tarihi gerçekler... Bilmediklerimiz, duymadıklarımız, ilgilenmediklerimiz, gözümüzün önüde olup biten ama anlamadıklarımız...
Aaaah ah!!!
Kitaptan alıntı yapıyorum. Lütfen okuyun:
Sayfa:186;
"... ABD askerlerinin, özel olarak yetiştirilmiş seçkin Türk subaylarının başına çuval geçirip ellerini bağlamalarının hemen ardından yayımlanan şu haberi okuyalım:
'ABD komutanı Orgeneral John Abizaid ile ABD'nin Avrupa'daki kuvvetlerinin komutanı ve NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Orgeneral James Jones'un önceki gün Orgeneral Hilmi Özkök'le yaptıkları görüşmelerde, taraflar dört ana nokta üzerinde odaklandı:
- PKK - KADEK birlikte bitirilecek
- ABD'den 3 Türk tugayına yeşil ışık
- Yeni (bir) Süleymaniye vakası yaşanmayacak
- Irak'ın imarında Türkiye de olacak. (Hürriyet, 20 Temmuz 2003)
Şimdi kendiniz Amerikalı komutanların yerine koyunuz; şu maddelere inanmış olan Türk tarafına bıyık altından gülümsemez misiniz?
Çuval geçmeden az önce, ABD işgal askerleri gözetiminde Kürtler Kerkük'e gelmişler ve Türklerin mezar taşlarını kırmışlar; Türklerin varlığının kanıtı olan tapuları yakmışlardı. Hemen ardından da bir tepeye Kürdistan ve ABD bayrağı yan yana çekilmişti.
Çuval işinden kısa süre sonra da Federe Kürt Devleti ilan edildi ve Irak'ın kuzeyi 'Kürdistan Güney Devleti' oldu. Hatta Erbil'de Kürt Meclisi açılış toplantısında okunan anayasanın giriş maddesi, Kürt devletinin varlığını 'Sevres' Anlaşması'na dayandırmıştı."

Sayfa:226;
"Hatırlıyor musunuz? 1976'da Başkan seçilen Jimmy Carter, 1977 başında Beyaz Saray'a yerleşince, Brzezinski'nin Bernard Lewis'in "Kriz Gökkuşağı" teorisinden esinlendiği 'Yeşil Kuşak' stratejisini uygulamaya başladı. Amaç, Ortadoğu ve Orta Asya'da, Sovyetler Birliğini önce durdurmak sonra geriletmekti. Stratejinin finansal ihtiyacını Suudi Arabistan üstlendi, lojistik destek için Pakistan uygun görüldü. Ancak, bunun için önce Pakistan'daki koşulların yaratılması gerekiyordu.
Yaratıldı. Genel Kurmay Başkanı General Muhammed Ziya'ül Hak 5 Temmuz 1977'de Zülfikar Ali Butto'yu devirip astı ve hızla ülkeyi İslamlaştırmaya başladı. Anayasa şeriatla uyumlaştırıldı. Şeri mahkemeler kuruldu. Parlamentonun yerini İslami Şura aldı. İlköğretimden yükseköğretime kadar din dersleri zorunlu kılındı. Radyo ve televizyonlardan 5 vakit ezan okunması da. Arapça ikinci dil yapıldı. Silahlı kuvvetlerde imamlara subay rütbesi verildi ve din eğitimi görenlerin orduya katılmaları teşvik edildi.
Tabii bunların olabilmesi için ülkenin her yerinde pıtrak gibi din okulları açıldı. Bugün sayıları en az 50 bin olarak tahmin ediliyor.
Ve tüm icraat ABD gözetiminde yürütüldü.
... Ziya'ül Hak öldürüldüğünde zaten amaca büyük ölçüde ulaşılmaıştı. İran'da Şah rejimi Beyaz Saray destekli mollalarca devrilmişti. Afganistan'da yığınla şeriatçı parti cirit atıyordu. ABD himayesinde iktidara gelecek Taliban kadroları Pakistan'da eğitimlerini tamamlamak üzereydi. Usame Bin Ladin, yine ABD şemsiyesi altında militan yetiştiriyordu."

Sayfa:240;
" 2- "diyorlar ki, '1 Mart tezkeresi geçseydi, şimdi Irak'ta söz sahibi olacaktık, PKK'yı orada vuracaktık. O zaman tezkereye karşı çıkanlar ülkeye kötülük yaptı!' Açığa düşmeyelim, gerçeği bilelim:
Tezkere geçseydi, uygulanamayan o anlaşmayla Mersin-Gaziantep-Mardin hattında 150 bin ABD askeri konuşlanacak, limanlara, havaalanlarına, sınır bölgesine oturacaktı. Belki de bir daha gitmeyecekti!? Türkiye ateşin ve savaşın tam içine düşecekti.
ABD, sadece Kızey Irak'ta değil, Güneydoğu'da da PKK'ya kol kanat gerecekti.
Hatırlayın Gaziantep havaalanı ve çevresindeki araziler, Mardin organize sanayideki dükkanlar, depolar dolarlarla Amerikalılara kapatılıyordu. Kimileri, ABD askerlerinin, tank, uçak yakıtını teminen, 'milyar dolarlık anlaşma' bile yapmıştı!
Mersin limanı ABD'ye kapatılmış, Türk askeri dışarı çıkartılmıştı! Trabzon, Samsun ve İstanbul'da Sabiha Gökçen havaalanını da istemişlerdi. Niçin?
Türk ordusuna biçilen görev alanı, PKK'nın olduğu Kuzey Irak değil, katliamların, iç savaşa giden çatışmaların en yoğun olduğu 'Sünni üçgen' idi. Barzani ve Talabani 'Kuzey'de Türk askeri istemeyiz' demişti. Her gün Irak'tan onlarca Mehmetçik cenazesi gelecekti.
'Türkiye işgale katılırsa, 30 milyar dolar bahşiş gelecek, yoksa ABD Türkiye'yi defterden silecek, IMF krediyi kesecek. Beyaz Saray'ın telefonu cevap vermeyecek' diye yazanların da tazdıkları ortada. 'Irak'ta kitle imha silahları, nükleer, biyolojik, kimyasal silah var' yalanları ve Ankara'yı vuracak 'süper scud füzesi' uydurmaları da ortada. Hepsi yalan, dolan ve fos çıktı! Ama bunları da içimizden meslekten birileri yazdı!"

30 Temmuz 2007

Burası neresi!!

Meclise gel vatandaş gel!
Ne ararsan var!

Yabancı dili Türkçe olan da var!

Atatürk'ü anayasadan çıkarmak isteyen de!

Eyaletlere bölünelim diyen de!

Seyreyle gönül seyreyle!

Demokratik hakkımızı yani oyumuzu kullandık ya... Demokrasi kazandı ya... Oyu kapana herşey mübah mübarek!

28 Temmuz 2007

Yeni düzene alışmak

Alışmalı mıyız?
Ben bu sorunun cevabını bilemiyorum.
Ruhum asla diyor...
Ama kurulmuş düzeni nasıl değiştireceğiz? Gücümüz yetecek mi? Son okuduğum kitaplar uzun yıllardan beri planların ince ince yazıldığını ve gayet güzel uygulandığını gösteriyor. Biz ise tam uyandığımızı sandığımız anda, tamam bu iş buraya kadar dediğimiz anda... Önümüzdeki duvar biraz daha yükseldi...

Ülkemizde ismini vermeyeceğim bir üniversitede tarih dersi şöyle okutuluyormuş. Çocuklar karşılaştırmalı öğrensin, muhakeme yapsın, her yönüyle bilsin isteniyor. Çok güzel bir yöntem. Çocuğa her iki yönü ver seçimini kendi yapsın... Koyun olmasınlar... Bana da çok mantıklı geldi sistem...
Ama dersin konusuna ve sonuçlarını duyunca -afedersiniz O-HA falan oldum- Atatürk ve Enver Paşa karşılaştırması... Biri bizi Alman'lara teslim etmiş, Sarıkamış'ta maceraya atılmış, sonra Rusya'ya kaçmış, Atatürk'ün terfilerini geciktirmiş, İstanbul'dan uzaklaştırmış, nerede olduğu belli olmayan dağılmış bir tümeni vermiş bir adam... Diğeri yoktan vareden bir lider. Bana göre bunlar karşılaştırılacak liderler değil ya... Hadi diyelim ki yanlı bakıyorum, penceremi açmam lazım. Ama Atatürk'ün bir faşist, liderliği ele geçirmek için herşeyi yapan bir otoriter olduğunun anlatılması benim pencereleri biraz sallıyor...
Yani bu ve bunun gibi eğitim yerlerindeki çocuklar yani biz neler öğreniyoruz. Ve bu ülkeyi neler bekliyor... Bu kafalarla bir gün dip dalga gelir mi ödüm kopuyor...

23 Temmuz 2007

Yeldeğirmenleri

22 Temmuz 2007...
Bu tarihi hayatım boyuna unutmayacağım...

Biz Donkişot muyuz? Yeldeğirmenlerini yıkılır sandık... Sokaklara döküldük... Uyandık, uyandırıldık...
Son 5 yılın muhasebesini paylaştık... Petrol yasalarını, terörle mücadele yasasının 6. maddesini, mayınlı arazilerin hangi ülkelere peşkeş çelileceğini, satılan kitleri, "ananı da al git"leri, "kelle"leri, El Kadıya sahip çıkmaları, Dubai Anlaşmalarını, gemicikleri, "babalar gibi satarım"ları, daha çok uzayıp giden listeyi...
Demek ki biz Donkişot muşuz!
Daha iyisi var. Biz Nasreddin Hoca'ymışız... Timur'un filini geri götürürken halkı arkasında sanan... Başını çevirdiğinde tek başına kalan...
Ben gerçekten çok üzgünüm... Mutsusuzm... Nasıl olur da her iki kişiden biri hala iktidardaki partiye oy verir anlayamıyorum.
Demek ki 50 yıldan eski stratejilerin önüne geçemedik...
Biz nereye gidiyoruz?
Hangi yola döndük?
Farkında mıyız?

Meclise bakın!

Dün akşamdan beri hayata dair hiç bir planım kalmadı...
Hayalim kalmadı.
Benim gibi pozitif bakmayı, her olayın pozitif tarafını görmeyi, kolay kolay umutsuzluğa kapılmayan biri bile geleceğe ait umutlarını kaybediyorsa...
Bu yine en çok beni korkutuyor...

Gözlerimizin önünde seyrederek, izleyerek, okuyarak bir senaryo canlı canlı oynanıyor... Ve biz buna ancak yeni uyanıyoruz... O da bir işe yaramıyor... Sonuç % 50 oluyor... Üstelik oyu artıyor.
Ben bu blogu yazarken hep bugünleri düşlemiştim...
Ne günler yaşadık ama geçti diye yazmayı hayal etmiştim...
"Bir dönemi" anlatan arşivim olacak diyordum...
Anlaşılan o ki "bir dönem" uzun olacağa benziyor...
Yine de gelecek ne getirecek bilinmez...
Bardağın dolu tarafı az kaldı ama yine de kaldı!!!
İşte ona değer vermek gerek...

16 Temmuz 2007

Her ne olacaksa olsun!

Çok sıkıldım artık!
Şu seçim bitsin. Ak mı, kara mı ortaya çıksın!
Gerçekten içime fenalıklar geldi!
Süreç iyi ki temmuza çekildi... Kasıma kadar bekleyecek tahammülüm yokmuş benim... Artık iyice tıkandım, doydum...
Bu hükümetin bir tane iyi icraatına tanık olmuyorum. Sabrımın sınırları kalmadı. İyice elektirk yüklüyüm...
Neyse 3-5 gün sonra seçim olacak...
Artık millet olarak ne renk bir tablo çizeceğiz belli olacak...
Oylarımız umarım işe yarar!
Geçen gün bir reklamcı TV programında dedi ki: "oy vermek işe yarasaydı, yasaklarlardı"
Dank etti bana bu söz!

Gerçek buysa!

4 Temmuz 2007

04 Temmuz...

Bu tarih pek çok şey ifade ediyor...
Bir film vardı: Doğum günü 4 Temmuz diye...
Sonra onbir çuval vardı... Üzüldüğümüz...
Sonra dünyaya demokrasi getirdiğini söyleyen bir ülke vardı... İşte bu ülkenin İstanbul Başkonsolosu Deborah K. Jones "231. Bağımsızlık Yıldönümü Resepsiyonu"nda bir konuşma yaptı. Bazı bölümlerini aşağıya alıyorum ve yorumlarımı ilave ediyorum.

Alıntı:
".... Hem Amerika, hem Türkiye, bağımsızlık mücadelelerinden bu yana çok yol katetmişlerdir. Ortak değerlerimiz ve ideallerimiz, yakın dostluğumuz ve ittifakımızın temelini oluşturmaktadır. Bu değer ve idealler Irak, İran, Ortadoğu, Kıbrıs, Afgansitan, Orta Asya, terörle mücadele ve enerji gibi, bir çok alanda aynı hedefler uğruna çalışmamızı mümkün kılıyor.
İdeallerimize ulaşmaktan henüz çok uzakta olsak bile, --burada Atatürk'ün de bizim Yakın Doğu politikalarımızı tenkit etmiş olduğunu dikkate aldığımı belirtmek isterim; gördüğünüz gibi bazı şeyler hiç değişmiyor-- dost ve müttefiklerimizle aramızda varolan yakın işbirliğini devam ettirerek, Bağımsızlık Bildirgesi'ni kaleme alanların da hayal ettikleri şekilde, çocuklarımızın yaşama, özgür olma ve mutlu olma gibi vazgeçilmez haklarından yararlanabileceği şekilde, dünyayı biçimlendirme ümidimizi sürdürebiliriz..."

Yorumlarıma gelince:
Satır aralarında bile değil gayet gözümüze sokar şekilde iplerinin ucundaymışız gibi konuşmuşlar...

Türkiye'nin ABD ile ortak değerleri nasıl oluyor da Irak, İran, Ortadoğu, Kıbrıs, Afganistan, Orta Asya, terörle mücadele ve enerji olabiliyor. Kıbrıs ile ilgili onların nasıl bir ortak ideali var ya da bizim Irak, İran, Afganistan ile ne gibi ortak değerimiz olabilir. Terörle mücadele ortak değerimiz de niye kılınız kıpırdamıyor? Biz "Yurtta sulh, dünyada sulh" politikasını ne yaptık? Neler değişti? Ortadoğu, Orta Asya BOP ya da GOP değil mi? Bu neden bizim ortak değerimiz oluyor? Tabi Başbakanın "ben BOP'un eşbaşkanıyım" dediğini burada hatırlamakta fayda var...

İdeallarine ulaşmak henüz çok uzakmış. Ayrıca, Yakın Doğu ile ilgili politikalarını zamanında
Atatürk tenkit etmiş. "Bağımsızlık benim karakterimdir" diyen bir adam, "Yurtta sulh, dünyada sulh" diyen bir lider, bir imparatorluğun küllerinden yeni bir devlet kuran, üstelik cumhuriyeti getiren bir büyük adam, elbette sizin emperyalist hareketlerinizi onaylamayacak. Ve siz bugün de bu tenkitlerin değişmediğini söyleyeceksiniz. Ki bu tenkiti yapan kurumlar bellidir: Atatürkçü, cumhuriyet kurumlarıdır. Ama müttefiklerinizle yakın işbirliği diyerek son yıllarda türeyen "tüccar devlet adamlarını" kastediyor olabilirsiniz. Zaten onlar herşeye razı değiller mi? Siz onları "deliğe süpürecektiniz! Ne oldu? Yakın işbirliği mi engelledi?"

Konuya açıklık getirmeye devam etmişsiniz. Biraz da reklam dili kullanarak, duygusallık yaparak "çocuklarımızın yaşama, özgür olma ve mutlu olma gibi vazgeçilmez haklarından yararlanabileceği şekilde, dünyayı biçimlendirme ümidimizi sürdürebiliriz" diyorsunuz. Zaten ABD çocukları özgür, mutlu yaşamıyor mu? BOP veya GOP'a masum bir kılıf değil mi bu?

İşte bu konuşmadan benim anladığım budur: "Türkiye benim ideallarim için araçtır. Hala direnenler var. Ama benim hedefim dünyayı istediğim gibi biçimlendirmektir. Ne gerekirse yaparım arkadaş"...
Onlara kızmamak lazım. Açık, net söylemiş...
Kime kızmak lazım biliyor musunuz? "Söyleyene değil söyletene!"

1 Temmuz 2007

Kitaptan bir bölüm daha:

Erol Manisalı
Hayatım Avrupa
Avrupa'nın Askerle Kavgası
Sayfa:31

"Yanlış nereden kaynaklanıyor?
1. Önce tam üye olunur, ondan sonra gümrük birliği ile ilgili yükümlülüklerin altına girilir. Bugün (1997) gümrük birliği yükümlülüğü altında olan ülkeler, tam üyedirler. Tek istisna Türkiye'dir. Örneğin Macaristan yarın AB'ye üye olacaktır; genişleme takvimi içine sokuldu. Macaristan buna rağmen AB ile gümrük birliği anlaşması yapmadı ve tam üye oluncaya kadar "serbest ticaret bölgesi" anlaşması ile ilişkilerini yürütüyor. Aynı tür anlaşmayı, Romanya da yapmak üzeredir. Türkiye ise 6 Mart belgesi ile "AB karar mekanizmaları içinde yer almadan, tek taraflı yükümlülükler altına girdi". Ne hukuk, ne iktisat ne de siyaset mantığı açısından, uluslararası ilişkilerde böylesine dengesiz ve tek yanlı bağımlılığa yol açan bir anlaşma imzalanamaz."


Bu kitabı okuyun!

Bir kitap okuyorum.
Prof. Dr. Erol Manisalı'nın "Avrupa'nın Askerle Kavgası" isminde...
Türkiye'nin AB macerası... Bu uğurda ne ödünler verildiği. Hangi siyasilerin nelere imza attığı... Bizi göbekten ve yedi sülale nelere bağladığını... Hangi anlaşmalar imzalandığını, halka nasıl yutturulduğunu... Serinin dördüncü kitabı. Maalesef okumak yeni kısmet oldu bana... Neredeydim, nasıl farketmedim... Önceki üç kitabını neden okumadım... Okumadık... Farketmedik... Uyanmadık...

Kitabı okudukça anlıyorum ki bizi boynumuzdan bir güzel bağlamışlar... Zorla da yapmamışlar bunu. Siyasilerimizin iç politika ve seçimler uğruna oy kapabilmek için devlet politikasından çıkarıp olayı, propogandaya dönüştürmesi ile, asil medyamızın canı ne istiyorsa o şekilde haber yapması ile uyumuşuz... Gümrük birliğine girdik ne güzel diye sevinmişiz... Ne olduğunu bilmeden...
Boynumuzdan bağlı iple nereye çekerlerse gitmeye başlamışız. Siyaseten. Müdahale ve ele geçirme iki yönlü olacakmış.. Siyasi ve askeri... İşte bu noktada tek bir kurum, hani bugün karalamaya çalıştıkları, her kademesi için türlü çamur hazırladıkları TSK "hop bakalım" demiş... Biz askeri konularda içine gireceğimiz her birlikte ya söz sahibi oluruz, çerçeveyi biliriz ya da girmeyiz demiş... AB burada tökezlemiş... Herşey güllük gülistanlık iken siyasilerle al gülüm ver gülüm yaparken Kemal'in Askerleri duvar olmuş yollarına... Ondandır bugün TSK'yı karalama kampanyası, Türk Halkının gözünde ufaltma çabası...
Kitaptan bir bölümü aktaracağım size... Ama bütününü okumanızı şiddetle tavsiye diyorum.
Sayfa 28-29

.......
"II- Türkiye AB'ye tam üye yapılsa, AB'nin karşı karşıya kalacağı yükümlülükler:
1. AB içinde siyasi ve ekonomik temsil nüfusa göredir. Bu nedenle Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya; a) AB parlamentosu'nda nüfusları oranında parlamentere sahiptirler. b) İcra organı olan AB Komisyonu'nda daha fazla sayıda müdürlüklere sahiptirler. Tam üye olmuş bir Türkiye AB Konfederasyonu'na (yarın) büyükler kadar politik, ekonomik ve sosyal güce sahip olur. İleri yıllarda ise Türkiye, en kalabalık ülke olarak, en ağırlıklı, etkili konuma gelir. AB böyle bir durumu kabullenemiyor. Aynı mantığı, geleceğin Avrupa Konfederal Devleti için düşünürsek, 20-25 yıl sonra Türkiye, bu devlet içinde politik, ekonomik ve sosyal olarak hakim unsur haline gelir, AB bunu kabullenemez.

2. Tam üyeler için işgücü dolaşımı serbesttir. Türk işgücünün serbestçe AB içinde dolaşması, AB bakımından "hayal bile edilemez." Bugün 1960'lardan beri yavaş yavaş oluşmuş 2 milyon Türk'ü kabullenemeyen ve geri gönderme çabaları içinde olan AB, bu nedenle Türkiye'nin tam üyeliğini kabul edemiyor.

3. Türkiye'nin getireceği mali yük: Türkiye tam üye olunca, zorunlu olarak İSpanya'ya, Yunanistan'a, Portekiz'e yapıldığı gibi nüfus esas alınarak az gelişmiş ülkelere yapılan yardımların Türkiye'ye de yapılması gerekir. Bugünkü projeksiyonlara göre bu rakam 70 ile 80 milyar dolar arasındadır. AB yönetimi kendi vergi ödeyenlerine, böyle bir yükü kabul ettiremez.

4. Türkiye, AB'ye oranla iç ekonomik, politik ve sosyal sorunları fazla bir ülkedir. Türkiye tam üye olsa, bütün bu sorunlar AB içine taşınmış olacaktır. AB bugün kendi içindeki sorunlarla bile baş edemezken Türkiye'nin tüm sorunlarının AB'ye taşınması AB'yi ürkütmektedir.

5. Türkiye, sosyo-kültürel dokusu ile AB'den farklılıklar gösterir. Burada özellikle Türkiye'nin müslüman bir ülke oluşu, AB'yi tedirgin etmektedir. "Yanımızda olsun, ama içimiza alamayız" görüşü hakimdir. 1980'lere kadar fazla telaffuz edilemeyen bu konu, 1990 sonrasında, AB belgelerine açık ve net bir biçimde geçmeye başlamıştır.

6. Türkiye'nin içinde bulunduğu bölge ve bu bölgede Türkiye'ye has sorunlar AB'nin Türkiye'yi tam üye yapamamasını gerektiriyor. Aksi halde bütün bu sorunların "doğrudan muhatabı" AB olur.

Kafam karışık

Sevgili Günlük,

Bana senin kadar temiz ve beyaz olan bu sayfayı ayırdığın için teşekkürler...
Ne diyorum ben... Bu kadar uzun süre boşlayınca kafam karıştı tabi...

Geçenlerde İzmir'e gittik. Sabah erken uçaktan indik. Havaş'la Bostanlı'ya geçiyoruz. Önce Alsancak oradan Mavişehir istikameti... İnsanlar yeni yeni uyanmış, sokaklara çıkıyor... O da ne! Kadınlar, genç kızlar... Şortlu, mini etekli, incecik askılı... Öyle geziyorlar... Bir tuhaf oluyorum. Ne kadar açık giyinmişler diyorum kendi kendime... Gözüme öyle tuhaf geldi ki...
3-5 dakika sonra kendime geliyorum. Ne diyorum ben ya! Ne düşündüğümün farkında mıyım?

Bu duygumdan daha önce de bahsetmiştim. Hani İzmir'den İstanbul'a ilk taşındığımızda resmi daireler dahil heryerde türbanlı insanlarla karşılaştığımı, bunu nasıl garipsediğimi, ürperdiğimi. Ama aradan aylar geçtikten sonra türbanlı ve çarşaflılara gözümün alıştığını farkettiğimi, asıl bunun beni üzdüğünü...

Aynı duygu İzmir'de de oldu işte... 38 yıl boyunca benim de giydiğim kıyafetler, birden "ne kadar açık" oldu... İşte biz farkında olarak ya da olmayarak bu düzene yavaş yavaş alıştırılıyoruz. Şeriat yok diyorlar, okullarda gizli mescitler yapılıyor. Şeriat yok diyorlar içki yasaklanıyor.. Şeriat yok diyorlar evlilik üzerine kitap hazırlıyorlar ve kadını aşağılıyorlar... Şeriat yok diyorlar milli eğitimde din örtüsünü yayıyorlar...
Şeriat yok diyorlar, varsa gösterin gerekeni yapalım diyorlar... Herkes gösteriyor... Ama tınmıyorlar... Artık saman altından su yürütmek zamanı geçti. Aleni yapıyorlar...
Demokrasi diyorlar, insan hakları diyorlar...
Biz de alışıyoruz, uyuyoruz...
Bir alametin içinde kıyamete sürükleniyoruz...