26 Aralık 2009

Bazen...

Bazen "anlamamış"

Bazen "söylememiş" olmak iyidir...

20 Aralık 2009

korkular

Çok düz mantıkla şöyle bakıyorum...

Önce kalabalıkları çoğalt...

Sonra fakirleştir onları...

Eğitimi de ezber model olsun, kafalar çalışmasın...

Sonra korkut onları, ödleri koparak yaşasınlar...

"Kuraklık var, sular bitecek" diye korkut aklı fikri suya yönelsin...

"Kuş gribi" de tavuk yemekten bile korkar olsun...

"Domuz gribi" de sokağa çıkmaktan korksun hatta okula gidemesinler...

"Terör"ü zaten hiç unutturma...

Her yıl aklına gelen yeni bir malzemeyle korkut bizi... Korkalım ki başımızı eğip, duvar kenarlarında gölgeler gibi dolaşalım... Ama her yıl da değiştir konuyu, unutalım yenisi gelsin...

Sonra?

Sonra ne olacak?

Ballı-börek kıvamında bir üst tabaka... 3-5 insan belki...

Piramidin altında ise yığınlar ama kafası eğik, korkmuş.. Ne dersen dinleyecek, soru sormayacak, güdülecek...

Bugün dünyanın yönetim tarzı budur bana göre...

18 Aralık 2009

Ne zaman adam oluruz?

* İş yapan insanlara: "neden yaptın?" diye soracaklarına...

* İş yapmayan insanlara "neden yapmadın?" diye sormaya başladığımızda adam oluruz...

 

Eleştiri...

Neden eleştiririz?

* Anladığımız için mi?

* Anlamadığımız için mi?

Hatta kabullenmediğimiz için de olabilir mi?

Bakıyorum da herkes(hepimiz) her şeyi eleştiriyor(uz).

Herşeyi anlıyor olmadığımıza göre...

29 Kasım 2009

Daha önce hiç düşünmemiştim...

Daha önce hangisinin daha zor ya da kolay olacağını düşünmemiştim...

Biri "Kendini yani ne olduğunu anlatmak"

Diğeri "Ne olmadığını anlatmak"

Kolay duruyor yüzeyden bakınca. Cümlenin içine girince "aslında ne olmadığını anlatmanın" çok zor olduğunu anladım. Üstelik seni kafasında bir yerlere koyan insanlara karşı ise çaresiz kalındığını. Ben mücadele etmeden bıraktım. İçimde derin derin yaralarla.

Aslında "ne olmadığım"ı anlatarak, fikrini değiştiremeyeceğim insanlara zamanımı, enerjimi ayırmayacağım. Onlarla mücadele etmeyeceğim. Karanlık bir kuyuda çarpa çarpa düşmeyeceğim.

Her şey bir tecrübedir diyeceğim. Yine temiz bir sayfa açıp, yeni ve güzel anılar biriktirmeye çalışacağım.

21 Ekim 2009

Haberler: izlemiyorum...

Gazeteler: bakmıyorum...

Köşe yazarları: okumuyorum...

Bir haftadır falan böyle...

Maille gelen bir haber olursa ya da facebooka bir köşe yazarı iliştirirlerse, onları bazen okuyorum o kadar... Bilgilenmek istemiyorum... Aynı plak sürekli çalıyor, dinlemek istemiyorum.

Bu hükümeti, bu muhalefeti, bu devleti dinlemek, klişelerini, sahte kavgalarını, yalanlarını dinleyerek vakit harcamak istemiyorum...

Ruhumu sürekli tekrarladıkları, saçma seçme sözlerle doldurmak ve tıkamak istemiyorum.

Ben işime bakıyorum. Ürettiklerime bakıyorum. Kime ne faydam dokundu ona bakıyorum... Kiminle dolu dolu sohbet ettim beni bunlar ilgilendiriyor...

Son günlerde bu moddayım... Sahte adamların, sahte konuşmalarına takılmıyorum...

12 Eylül 2009

çürük zamanlara denk geldi hayatlarımız

Bakıyorum çevreme, siyasete, devlete, yönetenlere, yönetilenlere...

Bir çürümüşlük, kalitesizlik... Saygısızlık... Dibe doğru eğilmişlik, ayaklara kapanmışlık...
Düşündüm ki doğanın düzeni gibi toplumların düzeni de. Bana göre elbette...

Tohumun hayatı gibi...

Topraktan ince, cılız, taptaze, yepyeni, pırıl pırıl bir fidanın inatla, ısrarla başını yukarı çıkarması. Köklerine sapsağlam bağlı, dimdik ayakta, varoluşunun her anını bilerek unutmadan, bedeninin güçlenmesi... Yükselen bedeninde yeni tomurcuklar çıkması.. Bu tomurcukların hayata güven içinde göz açmaları, topraktan başını uzatma mücadelesini yaşamadan, köklerine yukardan bakarak büyümeleri... Sonunda, boynunu bükmesi, çürümesi, bir gün toprağa tekrar karışması...

Sonrası aynı döngü, aynı mücadelenin tekrar tekrar devamı...

Osmanlı'nın çürümüş meyveleri toprağa düştüğünde, başı dimdik bir cumhuriyet filizlenmişti. Benden önceki nesil filizi güçlü kılmak içinde kökünden kopmadan dik ayakta kalmasını bilmişti. Benim neslim belki biraz daha öncesi hazır büyümüş ağacın, güvenli kollarında gözümüzü açtık, havaya girdik. Başımız kökümüzden uzaklaştıkça da bir kaç kuşak öncesini unuttuk.

Biz şimdi tam da bu çürüme dönemindeyiz. Bana göre meyvenin toprağa düşmesine daha var. Bu döngüyü galiba ille de yaşayacağız. Herkes de yaşıyordur. Aradaki fark sadece sürecin kiminde kısa, kiminde uzun olmasından başka değildir.

9 Eylül 2009

yazmak!

Eski yazılarıma göz attım biraz...

Sonra neden blog yazmaya başladığımı düşündüm...

Dünyada, Türkiye'de, yaşadığım çevremde olanlara karşı "bak habersiz değilim, bir fikrim-duruşum var, üstelik bunu söyleyecek cesaretim var" demekti amacım. Herkes böyle yapsa, bu toplum düzelir diye yazmaya başladım. Çünkü, yazmak kendinle yüzleşmek. Ardında iz bırakmak. Tam tamına sana ait olan bir iz. Seni yansıtan.

Oysa, şimdi bakıyorum da. Nereden nereye gelmişim. Ben düşüncelerimi, duruşumu anlatacağım diye başlayıp, sonunda kendime dönmüşüm. Kendimi arar bulur olmuşum.

Bunu farkettiğimde acaba dedim "Zaten bu süreçten geçecek miydim? Yoksa, kendi bıraktığım izlerime baktıkça, kendimi farkederek ve kendimi değerlendirerek mi geldim buraya? Yani, izler mi etkiledi beni?"

Hangisi doğru ben bilmiyorum henüz. Ama, bu yola girmekten memnunum.
Çünkü, duruşu olması için insanın içinin dolu olması gerekmiyor mu?
Doluluk ise öyle zor ki... Aldıkça değil kendimizi bildikçe doluyoruz...

6 Eylül 2009

Ben olsaydım...

Ben olsaydım...
Belki en kolay ahkam kesme sözü ama biraz da biz keselim.. Hakkımız var.

Tayyip diyor ki "CHP gelmezse biz gideriz. Raporlarimizi tek tek gosteririz."
CHP diyor ki "gelme. Senin raporunun ici boş. Senin yoldaşların başka."

Sonra! Tayyip eli kuvvetlenecek, şunu diyecek. "biz uzlaşmaya açığız. Gideriz dedik. kabul etmediler. Bu CHP hep böyle. uzlaşmacı değil kavgacı" bir güzel ekmek üstü tereyağ kıvamı. hem de ballı..

İşte ben olsaydım eğer CHP içindeki ak sakallı dedeler yerinde:

"hay hay. gel buyur. göster bakalım raporlarını" der ayağıma çağırırdım.

çıkışta basın toplantısında da mikrofona "rapor deyince bir şey sandım. meğer içi bomboşmuş arkadaşlar" deyiverirdim...

sonra Tayyip otursun ayıklasın pirincin taşını kendisi...

30 Ağustos 2009

Bana klişe konuşmayın!

Bugün...
30 Ağustos...
Zafer bayramı...
Büyük bayram... En büyük bayram...

En büyük bayram olduğunu idrak ederek mi geçiriyoruz bu günü?
Hayır!

"Yazık bu yıl haftasonuna geldi. Tatil olmadı" diye mi?
Evet böyle!

Bu kimsenin kişisel eksikliği değil. Biz böyle yetiştiriliyoruz. Yüzeysel, ucundan, mümkünse kulaktan dolma. Kafaları çalıştırmadan, ezbere. Ve bol klişeyle...

KLİŞE yani basmakalıp. Yani ruhsuz, düşüncesiz, kişiliksiz öylesine yüzeysel...

Bizim konuşmalarımız, davranışlarımız, tesellilerimiz hep klişe...

Kendimiz buna uyanırsak, denizdeki halkalar gibi herkese yayılır ve klişeden uzaklaşıp, gerçeğe, doğala yaklaşırız. Bu büyüyen dalgalar bizi bilinçli kılar. Ve sonuçta egemen olan bilinçli bireyler olur.

İşte o zaman devlet denen düzeni de basmakalıp insanlardan arındırmış, naralar atmayı, klişe konuşmalar yapmayı iş sanan her mevkideki şahsiyetlerden teslim almış oluruz.

Bakıyorum, yıllardır olaylara aynı klişe sözler, yepkiler. bunlara alkış tutacağımıza soru sormayı öğrenmeliyiz...

kendime özeleştiri: Eski yazılarıma göz gezdirdim. Ben de klişe olarak genel kurmay başkanına hayranlığın dozunu kaçırmışım. Ne kadar güvenmişim şahsına... Ama sonuca bakıyorum, şaşıyorum!

Devlet denen düzen aslında "bir kişi"lerin hırsları, iktidar heveslerinden başka ne ki? Devletin başında adam gibi adam olursa ne ala! Ama olmayabiliyor da gördüğümüz gibi. Atatürk gibi büyük bir şans her zaman gelmiyor.

Yani sanal bir kurgu içinde yaşıyoruz, yaşatılıyoruz. Kurallar tabandakilerin faydası için mi oluşturuluyor yoksa bir kaç kişinin menfaatlerine öyle uygun olduğu için mi bize yutturuluyor?

Kafam karışık!

23 Ağustos 2009

kendimi damıttım, süzdüm ve...

Bir arkadaşım var yaşça benden büyük. Çok keyifli ve değerli sohbetler biriktiriyorum sayesinde...

40 yaş sendromu beni ucundan dürtmeye başladığı zamanlar "kadının en güzel yaşı 40'dan sonra başlar. Hiç panik yapma" diye ilk uyaran O oldu.

Kişi ne hissediyorsa, algıları da o yönde hassaslaşıyor. Gazeteler, internet, yazarlar sanki birlik olmuş 40 yaş kadınını anlatıyor gibi geliyor. Gerçekten bu yaş dönemlerinde bir şey var. Ya da toplum şartlanmasıyla kendimizi hazırlıyoruz bilinç altı...

30 yaşına girdiğimde kendimi daha bir birey gibi görmüştüm.

40 yaş ise bende hüzün yaratıyordu. Uçan balonda geride bıraktıklarımızın fazlalaştığı, avucumuza aldığımız kumların daha hızlı kaymakta olduğunu görmenin paniğini hissetmeye başlamıştım.

Geçenlerde bana "menopoz nasıl bir değişim yaratıyor?" diye sordu.
Cevabım şöyle oldu:
"Ben, kendimi damıttım, süzdüm ve içimden yeni bir Armağan ortaya çıkardım."

Bunun nedeni sadece erken yaş menopoz değil ama ana etkenlerden biri. Osteoporozun da payı var. Doğurgan olamamanın da. İstanbul'a yerleşerek yeni bir hayata başlamanın da. İstanbul'da ilk aylarımda ben çalışmadığım kocam ve arkadaşlarım çalıştığı için yalnızlığın da. Can dostum arkadaşlarımla iki lakırdı yapacak fırsatların olmayışı da. Ve hepsinin son 3-4 yılda biraraya gelmesinin de.

Durdum, değerlendirdim ve hayatımdaki yeni sayfalara pırıl pırıl şeyler yazmaya karar verdim. Hayat önümdeydi, geçen güzeldi, kalanı da iyi değerlendirmek gerekecekti. Artık balonda ardına değil önüne bak dedim. Hayat kısa, dünya küçük. Anlar değerli. Sağlıklı, huzurlu düşündüğüm sürece daha sağlıklı daha huzurlu olurum diye karar verdim ve kendi içimden yeni bir Armağan çıkardım. Ufak istasyonlarda durmayan, geçmişe takılmayan, bugünü yarının yatırımı olarak gören bir Armağan var artık.

uçan balondayız...

Hayatı uçan balona benzetiyorum.

Onun içinde olduğumuzu bilmek, idrak etmek ve ona göre ruhumuzu ayarlamak lazım.

Hayat tarzı olarak bıraktırdıklarımız ve yitirdiklerimizin arkasından bakıyorsak, hep geriye bakıyor ve geride yaşıyoruz demektir. Bizden hızla uzaklaşan, geri gelmeyecek olan, ele geçiremeyeceklerimizin ardından sadece bakmakla yetiniyoruz demektir.

Oysa hayat güzelliğiyle, heyecanıyla, diriliğiyle, acısıyla, tatlısıyla devam ediyor. Yitip gidene değil, gittiğimiz yöne bakmalıyız. Yeni anılar, taze günler, heyecanlar hep orada...

Geçmişe saplanıp kalmak, kendini izole etmek, hayattan kaçmak değil de ne? Açın pencereleri, çevirin kafaları yeni güne. Bırakın yeni gün ne getirirse getirsin ama iliklerinize kadar yeni olanı hissedin.

Bu güneşe çıkmak gibi, rüzgara karşı kollarını açmak gibi... Çünkü, güneş de rüzgar da var. Ya onlar sen farketmeden üzerinden geçip gidecek ve sen yine onun ardından bakakalacaksın ya da kollarını açıp her anını hakedeceksin...

9 Temmuz 2009

gözümden kaydı, gitti...

Bir kaç hafta önce...

Sabaha karşı rüyamla uyandım. Nasıl heyecanlıyım!

Salihli'deki eski evimizdeyiz.

Yemek odasında sofra kurulmuş, Babam sofraya oturmak üzere. Genç, capcanlı... Hoş bir gülümsemesi olurdu, yine öyle...

Elimde eldiven var ve birileri elime silah sıkıştırmış... Babama işaret ediyorum "bir dakika gelir misin?" der gibi... Çünkü, soracağım bunu ne yapayım diye... Babam sandalyeye değdi değecek yarım oturur yarım ayakta. Misafirler sofraya oturmak üzere. Sofranın o halini göstererek "şimdi mi?" der gibi mimik yapıyor... Bakıyorum "tamam sonra" gibi elimi sallıyorum...

Uyandım... Babamın yüzünü kafama kazımaya çalıştım. Fatih'e anlattım, ağladım. Annemi aradım, ağladım. Hatırladım ağladım. Hep kafama kazımaya çalıştım.

Hani filmlerde görüntü hızla arkaya doğru gider, ufalır, küçülür, gözden kaybolur ya... Öyle oldu. Babamın yüzünü hafızamda tutamadım.

Gözümden hızla uzaklaştı yüzü... Engelleyemedim... Sonra hayat devam etti işte...

not: Bilgisayarım bozuldu, servise verdim. Vermeden önce tüm dosyalarımı harici harddisce kopyaladım. İçim öyle rahat, kayıp yok diye. Sonra bir gün farkettim ki tüm resimleri kaydettmek yerine silmişim... Onlar da elimden kaydı, gitti... Üzüldüm mü, evet. Ama büyütmedim.

Tabi şunu bilemiyorum. Büyütmüyor muyum, yoksa bastırıyor muyum? Yani kokuşan düşüncelere mi yol açıyorum, gerçekten bilemiyorum...

düşünceler kokar mı?

Kokuyormuş...

Bunu dün farkettim...

Kafamın içinde sürekli çevirip durduğum düşünceler...

Kafanızda düşüncelerinizi hapsettiyseniz, onlar kapalı bir kutu içinde dönüp duruyorsa.. Çarpa çarpa, sürekli... Bir süre sonra havasızlıktan kokuşup size de zarar vermeye başlıyor...

Dün kafamda ufacık bir delik açtım... Aslında kendiliğinden oldu... Çarpmalara kafatasım da dayanamadı... Bir dostumla paylaştım... O zehirli hava tazelendi, tazelendim...

Anladım ki düşünceler de kokuyor, kokuşuyor...

19 Ocak 2009

Devletler için zaman farklı

Haberturk cuma ve pazar akşamları çok güzel yayın yapıyor. Murat Bardakçı hep oluyor ve başka konuk tarihçiler... Prime time'da nefis bir program.

Dün akşam (18 Ocak 2008, pazar) Cahit Kayra konuktu. 1917 doğumlu ve çok dinç... İmparatorlukta doğmuş bir isim. Atatürk'e ve yaptıklarına hayran. Dün akşam şöyle bir cümle kurdu. "Atatürk öyle sağlam kurdu ki hala batıramadılar" Fatih Altaylı hemen sordu "emin misiniz? Çok çözülme var" anlamında. Kayra şöyle bir güldü ve "devletlerin hayatında 5-10 yılların önemi yoktur" dedi. Ben de buna inanmak istiyorum.

çözüm basit!

Dün taksiye bindim... Ülkeyi kurtaracağım ya, şoförle muhabbet ediyorum...
Benim "eğitim devrimi" projemden bahsediyorum.

Dedi ki: "Abla bu işi eğitimle yapana kadar uzun iş. Cezaları yasaları uygula yeter"
Bu iyi bir çözüm değil mi? Basit...

18 Ocak 2009

eğitim devrimi

Bu ülkeyi yönetecek olsam ilk yapacağım iş şu:

"Eğitim Devrimi"

Öyle okur-yazarlık oanının artırılması gibi makyaj olayları değil...

En az 15 yıl yönetmeliyim ya da benden sonra gelenlerin sistemi değiştirmelerini engelleyecek tedbirleri almalıyım...

Ciddi, topyekun bir eğitim devrimi olmalı...

Bu devrim herkesi içine almalı, her yönüyle kapsamlı olmalı...

Bilim olmalı, sanat olmalı, spor olmalı, kişisel gelişim olmalı, toplum ilişkileri olmalı, bireyin eğitimi olmalı, insan hakları olmalı, çocuk yetiştirme olmalı, çevre/doğa bilinci olmalı, hukuk olmalı, tarih olmalı, felsefe olmalı... Özünde akıl, mantık, estetik olmalı...

Ve belkide en önemlisi kaynağında Atatürk'ün bize hedef gösterdiği akıl ve bilim olmalı. Atatürk'ün hepimiz için ne büyük bir nimet olduğunu anlamalı. O'nun ne kadar önemli devrimler yaptığının farkına varmalı. O'na karşı her vatandaş bir şükran ve bir vefa borcu olduğunu bilmeli.

Kendine güvenen, bilinçli, kararlı bir topluma dönüşmeliyiz.

Yoksa bir torba bilmem ne için birbirimizi ezen, bağrışmayı azarlamayı konuşma sanan, benden sonra tufan anlayışıyla hiçbr değere sahip çıkmayan, çocukları insan içinde çekiştirmeyi eğitim sanan, cahil, ilgisiz bir kalabalık olmaya başladık. Cumhuriyet için sokağa çıkmayanlar Gazze için sokağa dökülüyor. İnsan hakları önemli, tamam çocuklar ölmesin. Ama kardeşim, senin hükümetin yerel seçim dalgasına içerde köpürtme harekatı yapıp tehlikeli oyunlar oynuyor ve Batı'ya karşı süt dökmüş kedi oluyor. İşte bunu anla. Bu farkı gör. Bizi bu kadar kolay kandırmasınlar. Bu kadar kolay lokma olmayalım.

Ben medeni, hoşgörülü, akıllı, kendi ayakları üzerinde duran bir toplum özlemini çekiyorum.

4 Ocak 2009

medeniyet nedir?

Türk Dil Kurumu sözlüğü'ne bakıyorum.
Medeniyet karşılığı sadece "uygarlık" yazıyor.
Uygarlık'ı tıklıyorum. Hah aradığım cevap burada. İlk sıradakini aşağıya alıyorum:
"1. Uygar olma durumu, medeniyet, medenilik.
2. Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, medeniyet
"

Bugün medeniyet nerede? Medeniyet ne oldu?
Şöyle yorum yapıyorum kendimce.
Eski çağlarda toprağı zengin olanlar medeniyete sahipti.
Bugün ise toprağın zenginse kölesin, sömürgesin, cahilsin.
Toprağında bir halt yoksa hatta bir karış toprağın varsa medeniyet sensin...
Bakın Avrupa kıtasına. El kadar yerde dünya ülke var ama hepsi medeni!
Bakın Afrika'ya, Ortadoğu'ya, Asya'ya... Medeniyet nerede !?!?

Sistem nasıl, ne zaman ve neden değişti? Kültür nasıl el değiştirdi? Daha doğrusu kültür nasıl bırakıp gitti, gitmesine göz yumuldu?