29 Aralık 2008

Ayakta mı? Yatarak mı?

Minik bir SMS hikayesi:

BEN: Ayakta değil yatarak yapıyorum. OK'mi?
KOCAM: OK. Ama kafandakilerin hepsini sor.
BEN: Tamam.




HEY!
ÇOK KÖTÜSÜN!
ÜSTELİK ÇOK DA ÖN YARGILISIN!




Sağlık sigortasını konuşuyorduk aramızda...
Ayakta tedavi değil yatarak tedaviyi içersin diyorduk...

O kadar masum... Görünenler yetmetebilir bazen karar vermekte, unutma...

17 Kasım 2008

A aa.. haberim yok ayol!!

Ayol kardeşim blogger serbest olmuş!
Devlet-ü ala'mız serbest bırakmış biz kullarına...
Haberim yok iyi mi?
Ben nasıl vatandaşım ay pardon kulum ki bunlardan haberim olmuyor?

5 Ekim 2008

Beni ne üzer?

İnsan yaş ilerledikçe kendine mi dönüyor?
Kendini keşfe daha fazla zaman mı ayırıyor?
Yahut da benim çocuğum yok zamanımı o nedenle kendimle mi geçiriyorum?
Hepsi olabilir...

Dün bir özelliğimi daha farkettim. Bir olay falan da tetiklemedi. Öyle zihnimde bir sürü şey gelir giderken ortaya çıktı...

Soru şuydu? "Beni ne üzer?"

Gerek ailem, gerek arkadaşlarım...
Yıllar sonra bir gün, geriye dönüp "şöyle şöyle oldu, sana söylemedik. Senin üzülmeni istemedik" derse, bilin ki yıkılacağım...
Belki korumak için, iyilik olsun diye yapmış olacaksınız. Sebebi ne kadar pozitif olursa olsun, beni üzecek.
Kendimi sanal bir dünyada yaşamış, sahte bir sahnede yıllarımı geçirmiş gibi hissedeceğim. Çok kırılacağım.
Benimle paylaşılmayacak kadar güvenilmediğimi düşüneceğim.
Bunu sevgi olarak yorumlamayacağım.

O nedenle ya bugünden herşeyi paylaşın ya da ilerde nasıl olsa önemi geçti deyip anlatmayın...

24 Eylül 2008

kim, kimi kullanır?

Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır;

Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradeleri hakim kılmak için Allah'ı kullanırlar.


Giordano Bruno (1548 - 1600)

Hayat

Uçmayı seviyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.

Nietzsche


19 Eylül 2008

Doğada hiç bir şey kaybolmaz...

Örneğin su...
Kaybolmaz, azalmaz, yer değiştirir...
Kar olur, yağmur olur, yeraltı suyu olur, buhar olur, bulut olur, deniz olur, nehir olur...

Para da öyle...
Kaybolmaz, azalmaz, bu kez el değiştirir...

Senin cebinde durmaz, beklemez...
Bankalar batar, krizler olur, savaşlar çıkar, enflasyon, devalüasyon, resesyon... fantiri finton...

Para senin cebinden çıkar... Daha büyük, daha güçlü, daha geniş bir cebe girer...

Piramitin tepesindekilere gider. Sen altta kalabalıkların içinde çabala dur...

Şimdi, hal böyle olunca, bu krizler neden çıkıyor diye soruyorum?

Hatta çıkıyor mu, çıkartılıyor mu diye de soruyorum?

16 Eylül 2008

boş ve dolu bardak...

Sevdiğim sözleri biriktirdiğim bir defterim var.
Ve şiirleri, dörtlükleri...
Yıllar yıllar önce kendim yazmışım...
Demişim ki:"Bazen bomboş bardak dolu görünebilir. Ama ağzına kadar dolu bir bardak da boş görünebilir. İkisini de devirdiğinde anlarsın. Biri sonsuza kadar kayıptır artık."

İnsanın beyni tuhaf çalışıyor. Onu ona, onu ona bağlarken zihnimde buralara geldim.
İnsan kendinin kıyısına gelir mi?
Nasıl gelir?
Yıllarca içine doldurduğu birikim, an olur taşar...
Bir arkadaşım, işte böyle bir kadın...
Ürkütmemek için hayatı, sanki ucuna dokunuyormuş izlenimi veren bu kadın...
Zamanı geldi, taşmaya başladı...
Bana göre öyle güzel yazıyor ki...
Kendinin kıyısında, sırtını kendine yaslayarak atılmış nasıl güzel bir adım...

11 Eylül 2008

Hacı Bektaşi Veli ve Mevlana

Hacı Bektaşi Veli ve Mevlana aynı çağın insanlarıdır.
Adamın biri yasadışı yollardan kazandığı para ile bir inek satın alır.
Bir süre sonra yaptıklarına pişman olur ve bu ineği Hacı Bektaşi Veli’nin dergâhına bağışlamak ister.
Dergâh aynı zamanda bir aşevidir.
Fakat Hacı Bektaş, “Helal değil” diye ineği kabul etmez.
Adam aynı öneriyi, Mevlevi dergâhına yapar ve Mevlana kabul eder.
Bu durum karşısında şaşıran adam, Hacı Bektaşi Veli’nin bu ineği kabul etmediğini, kendisinin neden kabul ettiğini sorar.
Mevlana “Biz bir karga isek, Hacı Bektaşi Veli bir şahin gibidir.
Öyle her leşe konmaz. O yüzden biz kabul edebiliriz, o etmeyebilir” der.
Adam yeniden Hacı Bektaş’a gidip bu durumu anlatır ve “Neden” diye sorar.
Hacı Bektaşi Veli’nin yanıtı “Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise, Mevlana’nın gönlü okyanus gibidir.
Bu yüzden bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir, onun engin gönlü ise kirlenmez.
İşte bu yüzden hediyenizi kabul etmedim”

1 Eylül 2008

eylül

En sevdiğim ay başladı...

Kimyam değişiyor sanki... Böyle bir huzur, dinginlik, ohhhh.....

Çocukken hayal kurardım...

Çocuğum olursa ismi Eylül olacaktı...

Olmadı...

Ama en sevdiğim ayda evlendim...

Evlilik tarihimizde en sevdiğim 7 rakamından bol bol var...

Kocam en sevdiğim isimlerden birine sahip...

Fatih... Ailesi Mehmet diyor arada...

Tanıştığımızda ben Fatih Sultan Mehmet'in hayatını okuyordum...

Üstelik en sevdiğim burç da onda. Kova...

En sevdiğim sıcacık gözler...

En sevdiğim ay başladı, ne güzel...

26 Ağustos 2008

Eskiden kadın olmak daha kolaydı

Eskiden kadin olmak daha kolaydi.
Kadinlar sadece evde olur, yemek yapar, cocuk bakarlardi.
Sadece esinin geliri dusukse kadin calisirdi ve calisan kadina acinirdi.
Kadin calisiyorsa, evine bakamayacagi dusunulurdu, zaten kadin bekarken calisiyor idiyse bile evlenince evinin kadini olurdu. 90'li yillara gelindiginde kadin sadece evde olmak istemedi, artik calismak ekonomik olarak ozgurlesmek istiyordu.
Once universite okumaya ,sonra calismaya basladi. Bu kadinin hosuna gitmisti.
Calisiyor, istedigi gibi harciyor, geziyordu.
Artik calisan kadin evli olmak degil bekar olup gununu gun etmek istiyordu.
Yasasin ozgurluk...
Calisan kadin artik iskolik olmustu, calisiyor ve yuksekliyordu.
Zirveye ulasmisti. Bircok sirkette once orta kademe, sonra ust
kademe yonetici kadin oldu.
Doksanlarin sonuna gelindiginde sirketler yalniz ve iskolik 30lu yaslarinda kadinlarla doluydu..
Bu calisan kadina yetmedi, citayi biraz daha yukseltti.
Artik hem evli ve hem de basarili calisan kadin olmaliydi.
Calisan kadin etrafina bakindi. Basarili, parali koca adaylari gozden gecirildi.
Adaylardan kel, sisman ve kisa boylu olanlar hemen elendi.
Ince ruhlu, saraptan anlayan, 14 Subat'ta muthis surprizler
yapabilen, kimsenin bilmedigi yerlerde basbasa tatillere goturen, yasamayi
seven ve bol bol espiri yapanlar hemen kapisildi.
Yurt disindan gelinlikler getirtildi. Otellerde muhtesem dugunler yapilip, Maldivler'e ya da Bali'ye balayina gidildi.
Balayindan sonra calisan kadin hizla is basi yapti.
Gunduzleri toplantidan toplantiya kostururken artik aksam yemegini de dusunmeye baslamisti.
Aksam ne yenmeli, nereye gidilmeli, esinin gomlekleri, pantolanlari utulu mu, kiyafetleri kuru temizlemeciye
gitti mi geldi mi, marketten alinacaklarin listesini cikar, is cikisi git al, eve gel, aksam yemegini hazirla....
Calisan kadin artik mutluydu. Gece yatagi sicacikti.
Uzulunce derdini paylasan, hastalaninca ona bakan, aglayinca destek
olacak bir omuza, goz yaslarini silecek sevkatli ellere sahipti. 15 saat
kosturmak kadina viz geliyordu. Etraf bu sekilde kosusturan, ev ile is
arasi cift vardiya calisan Kadinla doluydu.
Zaman geciyordu. Calisan kadin 35 ine yaklasiyordu.
Biyolojik saati "be bek, be - bek" diye uyari vermeye basladi.
Evet calisan kadin hemen cigliklar atmaya basladi "Bebek de yaparim kariyer de " diye...
Calisan kadinlar hemen sosyetik kadin dogumcularin randevularini
doldurdular.
Calisan kadinlar ajandalarina ve islerinin temposuna
uygun zamani secip hemen mikroenjeksiyonla bebek yapmaya basladilar.
1-2 ay sonra guzel haberler sirayla gelmeye basladi,calisan kadinlar hamileydiler.
Calisan kadin hem hamile, hem guzel olmak istedi.
Hemen diyetisyenlere kosulup, ozel hamile diyetleri alindi, bol bol
kivi yenmeye baslandi. Eskisi gibi tatli, tursu, borek, erik aserilmiyor,
karpuz, kivi ve mango isteniyordu gecenin bir yarisi eslerden.

Calisan kadin cocugunu eski usul buyutmeyecekti. Hemen onlarca
hamilelik, bebek buyutme kitaplari alindi, bir cok internet
sitesine uye olundu, Yoga ve anne-baba kurslarina yazilindi.
Calisan hamile kadin artik gun gun takip ediyordu bebeginin gelisimini.
Bugun 43. gun, bebegim uzum tanesi gibi... 59. gun, parmaklari olustu... 89.
gun, bugun ilk defa hickirdi... 210 uncu gunden sonra artik bebegin
matematik zekasinin artmasi icin Mozart dinletilecek.
.. Sonunda mutlu gun geldi.
Calisan kadin artik anneydi. 3-4 aylik izinden
sonra calisan kadin oldurucu diyetlerle zayiflayarak incecik bir sekilde isbasi yapmisti.
Artik basarili bir yonetici, iyi bir es ve anne olarak 24 saat calisiyordu.
Bebek buyudukce, sosyallesmesi icin calisan kadin cumartesilerini
cocuguna ayirdi. Artik tum anneler topluca etkinliklere katilmaya
basladilar. Yas gunu partileri, tiyatrolar,piyano dersleri, basketbol,
tenis ve yuzmekurslarinin biri bitiyor, digeri basliyordu.
Calisan kadina bu da yetmedi. Artik hem calisiyor, hem
iyi bir es olmaya gayret ediyor ve hem de annelik yapiyordu. Calisan
kadin citayi birkez daha yukseltti.
O artik evinde katkisiz, saglikli ekmekler, receller yapmali,
organik gidalarla, vitamini bol sebze yemekleri hazirlamali,
cocuguna ve esine ozel gunlerde pastalar yapabilmeli, bu pastalari cok guzel susleyebilmeliydi.
Butun calisan kadinlar yemek yapma kurslarina kosmaya basladilar.
Evlerine ekmek yapma makinalari aldilar,
toplanti aralarinda bir birlerine yemek tarifleri vermeye
basladilar, "Dun nefis bir cavdarli ekmek yaptim, istersen tarifini
vereyim" "Ben de hafta sonu harika bir pasta yaptim. Evdekiler bayildi. Bir
aksam gelin de size de yapayim" Bakalim calisan kadin bundan sonra citasini nereye yukseltecek?
Gelelim erkege...
Bu surec icerisinde calisan erkek ise citasini hic yukseltmedi.
80 lerde, 90 larda ve 2000 lerde hep TV izliyor,bira iciyor ve maca gidiyordu...

NOT: Yazıyı bir arkadaşım maille gönderdi. Çok beğendim burada kullanmak istedim.

25 Ağustos 2008

Ne garip değil mi?

Aslında içinde zaten varolan bir burukluk...

Sanki noktasal bir şeymiş gibi bu özel günlerde su yüzüne çıkıyor.

Belki de o günlerde serbest olma, rahat rahat üzülme hakkını kendimde görüyorum.

Kimbilir...

Babamı çok özler oldum son zamanlarda...

Yaşla mı alakalı bilemiyorum...

Bugün 23 yıl oldu.

İçimde bir hasret anlatamam.


9 Ağustos 2008

yaşam...

ÇOĞU ZAMAN GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR...

7 Ağustos 2008

10...9...8...7....

AKP kapatılmazsa siyasetteki tansiyon düşer” diyen iktidar yandaşları yine yanıldı: Çünkü dilekleri oldu ama ülkedeki fırtına dinmek bilmiyor... Bir yanda CHP ile Genelkurmay kavga ediyor, diğer yanda “tarafsız cumhurbaşkanı” buram buram siyaset kokan rektör atamalarına imza koyabiliyor...

Böyle durumlarda doğru olan, olaylarla uğraşmak yerine genel gidişe bakmaktır. Biz de öyle yapalım ve ağaçları bırakıp, ormana göz atalım:

Bu yazıyı tarihe not düşmek lazım...
Geriye sayma başlamıştır...
Mustafa Mutlu mmutlu@gazetevatan.com 07.08.2008
Tüm direnç noktaları kırıldı... Sırada artık radikal adımlar var!


***
 

Ülkeyi din devletine dönüştürmek isteyenler, büyük bir dirençle karşılaşınca bu direnç noktalarını tek tek belirlediler.

1) SİVİL TOPLUM

İlk iş laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü kitlelerin meydanlara dökülmesini engellemek ve muhalif yazarların, aydınların susturulmasını sağlamaktı.

Kirli işlere bulaşmış bazı adamları da işin içine dahil edip, bir “örgüt” yarattılar ve adına “Ergenekon” dediler...

Ülkede ne kadar aydınlatılamamış ve “gizli haber alma servislerinin parmak izleriyle dolu” eylem varsa bu örgütün işlediği suçlar hanesine yazdılar...

Sonra da kendileri için engel teşkil eden emekli askerleri, siyasetçileri, öğretim üyelerini, yazarları, gazetecileri, sivil toplum örgütlerinin yöneticilerini bu “ağır suç”ların sanığı olarak içeri tıktılar...

Kısa zamanda iktidar ve para gücüyle etkili bir “yandaş basın” oluşturup, içeri tıkmadıkları diğer muhalifleri de “Ergenekoncu” olmakla suçlayıp, sindirdiler...

2) ASKER

Bir yandan bunu yaparken diğer yandan da tüm enerjilerini “engel oluşturan” diğer baskı gruplarını ele geçirmeye harcadılar.

Laiklik karşıtı gelişmelere büyük tepki gösteren askerlerle, (nasıl olduysa) birdenbire kanka oluverdiler. Daha 15 ay önce laiklik karşıtı gidiş yüzünden iktidarı e-muhtıra yayınlayarak eleştiren asker, aynı iktidar partisinin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak”tan suçlu bulunmasından sonra bile ağzını açamaz hale geldi!

3) ÜNİVERSİTELER

Aynı güçler, eğitim alanındaki gerici tırmanışa büyük bir kararlılıkla direnen YÖK’ü ele geçirip, başına kendilerinden birini oturttular. Ardından YÖK Genel Kurulu’nda çoğunluğu ele geçirip, bu kurumu dikensiz gül bahçesine çevirdiler.

Ama bazı rektörler, öğretim üyeleri direnmeye devam ediyordu. Onların önemli bir bölümünü de önceki akşam ki atamalar sırasında cımbızla seçercesine tek tek ayıkladılar.

4)YARGI

Yargı kurumlarındaki “birlik havası”nı, “yandaş yargı mensupları”yla bozdular...

Parti mensubu avukatların çoğunlukta olduğu bazı illerde baroları ele geçirerek, Barolar Birliği’nin gücünü kırdılar.

Yandaş medyayı kullanarak yüksek yargı kurumlarından, aleyhlerine çıkan her karar sonrasında fırtınalar estirdiler, hatta Anayasa Mahkemesi üyelerinin Meclis tarafından yargılanmasını bile talep ettiler. Böylece bu kurumların güvenilirliğini zedelemeye çalıştılar. Yandaş medya yetmeyince devreye destekçileri olan “dış güçler”i soktular.

***


İki yıl öncesiyle karşılaştırın artık bu ülkede “direnç noktası” kalmadı...

- Muhalif aydınlar, gazeteciler, yazarlar, sivil toplum örgütleri ve halk tepki göstermekten, gösterirse Ergenekoncu ilan edilmekten korkar oldu!

- Asker, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan sabıkalanan” iktidar partisiyle büyük bir uzlaşı içinde ama bunu eleştiren ana muhalefet partisiyle kavga ediyor.

- YÖK ve bazı rektörler ehlileştirildi.

- Yüksek yargı kurumları yıpratıldı, kararları tartışmalı hale getirildi.

***


Başa dönelim:

Tüm bunları neden yaptılar?

Çünkü bu kişi ve kurumlar, ülkedeki “dinci yapılanma”ya şiddetle karşı çıkıyordu...

Artık onlar olmadığına göre...

Varın bundan sonrasını siz tahmin edin!



***




GÜNÜN SORUSU

Üniversitelerinde en fazla oyu alan adaylar yerine yandaş adayların rektör olarak atanması, her fırsatta demokrasiden dem vuran birilerinin “demokrasi”yi sadece “araç” olarak gördüklerini göstermeye yetmedi mi?

25 Temmuz 2008

cevabını bulamadığım soru!

Bir felsefik soru yarattım kendime...
Cevabını ararken boğuldum...

Pozitif düşünce nedir?

1) Sorunları görmezden gelip, her şey güzel diye kendini sanal bir mutluluğa, bir nevi tembelliğe ya da gizli kaderciliğe mi bırakmaktır?

2) Sorunları kabullenip, her şeyin üstesinden gelme gücün olduğuna inanıp, onların negatif baskısı altında ezilmeme gücü müdür?

İşte ben bu sorularımla boğuşuyorum.
Geldiğim nokta şu: Hayat her ikisinden de ibaret.


- Nasıl kolay bir cevap mı oldu?

O zaman sen de, senin cevabını yaz.
Önce; bir fikrin varsa
sonra; paylaşmak istiyorsan...

301'den günümüze...

301 gitsin...
Türklüğe, cumhuriyete hakaret serbest...

Ergenekon gelsin...
T.C. Hükümetine laf yooook...


Durdurun dünyayı düşünce ve ifade özgürlüğünde inecek var...

24 Temmuz 2008

su savaşlarının suyu çıktı!!

Ankara: Kızılırmak suyu habersiz şehre verildi. Halka söylenmedi. Halk salak yerine kondu.

İstanbul: Melen suyuna kanalizasyon karışıyor. Yetkililer çıktı, su temiz dedi. Bir bardak suyu mideye yuvarladı.

İzmir: Bir dürüst belediye başkanı çıktı. Bu suyu ben şov olsun diye içmem dedi.

Memleketin neresinde çeşmeden akan suyu içiyoruz?

Hangi su temiz?


Belediye seçimleri geliyor... Şimdi yerel ergenekonlar olacak belli...

Bu arada milletvekilleri erken kıyak emekli olmak için kendilerini kurtarmaya çalışıyor...

Vah güzel Türkiyem...

Yağma hasan böreği...

1 Temmuz 2008

Ben tek başına ne yapabilirim?

Ben tek basina ne yapabilirim
Diye dusundu biri
Ve hic bir sey yapmamaya karar verdi
Ben tek basina ne yapabilirim
Diye dusundu bir oteki
Ve yalnizliginin kuytuluguna cekildi
Ben tek basina ne yapabilirim
Diye dusundu bir ucuncu
Ve tek basina dusunmeyi surdurdu
Ben tek basina ne yapabilirim
Diye dusundu yuzbinler
Ve tek basinaliklarini surdurduler
Ben tek basina ne yapabilirim
Diye dusundu milyonlar
Milyonlarcaydilar
Ve tek basinaydilar
Bu arada birileri
Onlar adina
Karar vermekteydi
Tek basina olduklarini sananlar
Topluca ortadan kaldirildilar....

(ATAOL BEHRAMOGLU)

herkese çıkabilir!!!

o mo karado
simi simi simido

lapaçiko
lapaçiko
irlando
do do do


Sen çıktın Ergenekoooonnnnn!!!!

25 Haziran 2008

Komplo devam!!!

Komploya devam...
Fetullah Amerika vatandaşı olabilmek için başvurmuş...
Amerikalı savcı da reddetmiş...
1 ay içinde ülkeyi terketmesi gerekiyormuş...
İstikamet: Türkiye...
Zemin ve zaman hazır mı yani?

Sormuşlar "Dönüşün Humeyni gibi mi olacak?" diye...
El cevap: Ben Humeyni miyim ki O'nun gibi döneyim?
Ne cevap ama!

Bir de ağlıyor: vatan toprağına hasretmiş... E kardeşim ne diye başka ülke vatandaşlığını almaya çalışıyorsun? Alsan işin cillop. Alamadın sobelendin...
Şimdi... Gel Türkiye'ye gel...
Baksana, senin için zaman, zemin herşey hazır maaşallah...

Sol şeriti açalım!!!

Yusuf yusuf...

24 Haziran 2008

komplom geldi yine

Haberleri izliyorum...

1) Fethullah Gülen'in beraati onaylanmış... İstediği an Türkiye'ye gelebilirmiş.

2) Milli Savunma Bakanlığı yeni düzenleme yapmış. Binlerce polis ağustos ayında askere alınabilirmiş...

Son zamanlarda poliste F tipi kadrolaşma tamamlandı diye haberler yapılıyordu...

Sonuç: Tam bir TRAVMA içindeyim...
Offff

Not: AKP'li Dengir Mir Atatürk Devrimlerinin toplumda travma yarattığını söyledi.

6 Haziran 2008

Resim ne kadar büyük?

Her okuduğum yeni kitapla, yeni öğrendiğim bilgiyle resmi gördüğümü sanıyorum. Oysa, her defasında resim büyüyor. Üstelik büyüme aritmatik değil. Oranını tahmin edemiyorum.
Resmin büyümesi bir tarafa, her hareketle başkalaşıyor da... Dün bildiğim ve inandığım fikirler, bugün kendini imha edebiliyor.
Ben bu işin peşini braktım. Bu resmi anlayamıyorum. Her hareket, istemediğimiz başka bir hareketi doğuruyor. Anlamıyorum, anlayamıyorum.
Ama merak ediyorum, bu resmi bir çizen var mı?
Onlar resmin boyutunu, temasını, rengini biliyor mu?
Yoksa fırçayı tutan eli de tutan başkaları var mı?
Yoksa bu kadar komploya gerek yok da, her şey gerçekten rastlantı mı?
İlk seçenek irkiltici ama ikincisi de öyle...

Hangi konudan mı bahsediyorum?
Ee siyasetteeenn...

Ak sakallı dedeler!!

Hani ben CHP'ye Ak Sakallı Dedeler diyorum ya!
Neden diyordum?
Bugünü kavrayamayan, halkın arasına karışmayan, sloganla yürüyen, miras üstüne bir tuğla eklemeyen, kürsülerden bağırıp çağırmayı muhalefet sayan, benim geleceğime ilişkin yeni ve aydınlık projeler ortaya koymayan, toplum mühendisliği bilmeyen vs vs. Bugün iktidarda olanların, iktidara gelmelerinde sorumluluk payı çok olan CHP'yi sırtımdan da indirmiştim hatırlarsınız.
Neyse lafı çok uzattım, aşka geldim yazdım...
Bu Ak Sakallı Dedeler cep telefonu kullanmayı da bilmiyormuş baksanıza...
Yani, başka sözüm yok...

5 Haziran 2008

Bu CD'yi alın derim...

Bu albümü mutlaka edinin...
Hiç pişman olmayacaksınız, inanın...
Nefis bir CD...

D&R'a puzzle almaya gitmiştim...
Çalan müziğe takıldım...
O gün bugündür, defalarca, defalarca, ard arda, sürekli dinliyorum...
Cep telefonum sürekli "bızzt bızzt" titriyor.
Yani mesaj geliyor.

Ne kadar seviliyorum yarabbim.
Herkes bana mesaj atıyor...
Evet beni öyle seviyorlar ki neredeyse kanımı içmek için yarış halindeler...
Önce hangisi tavlayacak?
Ya havaya girip "he" dersem!!!
Düşünmek bile istemiyorum.
Önce nakavt edecek, sonra kanımı emecek, fırlatıp gidecek...

Neyi mi anlatıyorum?
Ayol siz benim kadar sevilmiyor musunuz yoksa?
Tüh bak, bu bir travma nedeni olabilir şimdi...
Kredi kartlari, mağazalar, bankalar, marketler hepsi çıldırdı.
Kredi al, çok kolay tek tuş, tek dokunuş...
Markete git şimdi al, aklına gelince öde...
Ev al, teminat olmasa da olur, kara gözlerin yeter...
Araba verelim, ama 2.el yakışmaz sıfır olsun...
Mobilyalarını değiştir, gardrobunun için dışını yenile...
Al al al... herşeye + + + taksit...
At imzayı... herşeye - - - hayat...

2 Haziran 2008

Bugünü iyi anlamak

Geçen hafta pazar günü Cumok'un düzenlediği bir söyleşiye katıldım, Kadıköy'de...
Prof. Dr. Süheyl Batum konuşmacıydı ve bizi tekrar aydınlattı.
Ben de orada edindiğim bilgileri paylaşmak istiyorum...

1946'lardan beri "insan hakları ve demokrasi" evrensel oldu. Artık bu kavramlar sadece ülkelerin içinde sınırlı değil. Çünkü, Almanya'da Hitler, İtalya'da Mussolini uygulamaları sonucu görüldü ki, ülkelerin kendi içindeki 'insan hakları, demokrasi' kayıpları tüm dünyayı kana bulayabiliyor. Bunun sonucu olarak Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi yayınlandı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kuruldu.

80'lerin sonundan sonra başlayan globalleşme: Rusya'nın yıkılması sonucu, ABD dünyayı tek başına yönetmek istedi. Bunu isteyen sadece ABD olmadı, AB de bu yönetimde hak istedi.
Bu dönem ülkelerin 'sömürgeleştirilme' dönemidir. Bütün ülkeleri etki altına almaya başladı.
Rusya lideri Yeltsin ABD'ciydi. Fransa'da ulusalcı ve bağımsızlıkçı banliyölerde ayaklanma başladı. Bu ayaklanmaya "serseriler, adam olacaksınız, gebertirim" manasında yorum yapan Sarkozy 'yi halk seçimlerde lider seçti.

Globalleşme ilginç bir dönemdir.
Şu an oldukça farklı bir dönemdeyiz ve bu dönemi yeterince anlamadan çözemeyiz.

Osmanlı'nın son 75 yılını yeniden yaşıyoruz.

UNDP, her yıl ülkelerin insani kalkınmışlık sıralamasını yapar.
2002 yılında toplam 173 ülke arasında Türkiye;
16.ekonomi
85. insani kalkınmışlık sıralamasına sahipti. Yani, ekonomik büyüklük olarak elde ettiği geliri vatandaşına yol, su, eğitim, sağlık, temiz çevre, kaliteli içme suyu vs olarak geri vermiyor demek. Yani, para iyi kazanılıyor ama bize geri gelmeden bir yerlere hortumlanıyor.

2007 yılında toplam 177 ülke arasında insani kalkınmışlık olarak 84. sıraya yükseldik. Refaha erdik, Türkiye böyle sıçrayış, böyle istikrar görmedi denirken sadece 1 sıra yukarı çıkabildik. Eeee nereye gitti bu paralar?


"Cumhuriyetin bireyi olmak" ne demek?
* eşitlik
* kadın-erkek eşitliği
* huku birliği
* eğitim birliğinin hepsinin olması demek. Tam bağımsızlık demek.
Bugün bunlar ne kadar var, siz düşünün!!!

Basın özgürlüğü var mı?
Doğru ve tarafsız haberlere sözde değil özde ulaşabiliyor musun?
RTÜK iktidar etkisi altında mı?
Bu sorulara da cevap ver!!!

Bugünü iyi anlamak ve birlik olmak lazım...

1 Haziran 2008

Rahmi Koç Müzesi'nde...

Ne enteresan, ne hoş eserler var...
Bugün yazı yazasım yok...
Bir önceki yazımda Beyin Sergisi'nde aldığım notları yazıvermiştim.
Şimdi de çektiğim fotoğrafları paylaşıyorum :))
En kolayından...
























"Beyin Sergisi"


Bugun, Rahmi Koç Müzesi'ndeki "Beyin Sergisi"ne gittim. Çok beğendim, keyif aldım, öğrendim. Daha ne olsun? Bir çok test var. Kendinizi deniyorsunuz. Pek çok yeni bilgi öğreniyorsunuz.
Lafı hiç uzatmayacağım, hızlı hızlı aldığım notları paylaşacağım.

* Beyinde 25 milyar, beyincikte 100 milyar civarında sinir hücresi var.
* Kafatasında 28 kemik bulunuyor.
* Yaşla birlikte beyin kan damarlarında kalsiyum birikiyor. Bu beyin kanamasına neden oluyor. İleri yaşlarda beyinde biriken kalsiyum bir tebeşir kadar olabiliyor.
* Sinir hücrelerine yaklaşık 50 dal tutunuyor.
* Beyin vücut ağırlığının %2'si. Ama, yaktığımız enerjinin 1/5'ini kullanır.
* Beyin ağırlığı erkeklerde: 1440 gr, kadınlarda 1280 gr'dır. Beynin boyutu işlevselliğe etki etmiyor.
* Oksijenin 1/5'ini kullanır. 750 ml/dakika taze kana ihtiyaç duyar. Kan sürekli oksijen yaratmak için kullanılır.
* Omurilik: Vücut ve beyin arasındaki tüm sinirler bir araya gelir. Refleks kararlar vermemize yardım eder. Biz refleks reaksiyonu verdikten sonra beyin mesajı alır.

* Sinir lifleri: Hepsi yanyana dizilse 12 milyon km uzunlukta olur.

* Beyin yağ kalıbı erkeklerde:480 cm3, kadınlarda 400 cm3'tür. Yağ kalıbı, sinir liflerini yalıtır ve elektrik sinyallerinin hızlı akmasını sağlar.

* Uyku: Yaşamın 1/3'dür. Beyin uyuduğumuzda da aktiftir. Vücut hücrelerine yenilenme, beyine günün deneyimlerini toplama için fırsattır uyku. Beyin ne zaman uyuduğumuzu kontrol eder. Rüya görürken yaralanmayı önlemek için kasları hareketsiz kılar.
Uyku 4 aşamadan oluşur: Uyanıklık, yüzeysel uyku, derin uyku, rüya uykusu.
Derin uyku ne kadar uyuduğumuzla ve ne zaman yattığımızla ilgili değildir. Vücudun işlevlerini yerine getirebilmesi için derin uykuya ihtiyacımız var.

Biyolojik saat: Yaklaşık 24.5 saatlik kendi ritmine sahiptir. Ama güneş ışığı ve 24 saatle uyumludur. Biyolojik saat beynin melatonin salgılayan epifiz bezini kontrol eder. Işık engellediği için yaz aylarında daha az üretilir.

İç saat: Günlük ritmi kontrol eder. Gündüz/gece, yorgun/dinamik vs farketmez. Vücut sıcaklığını ve hormonları kontrol eder.

Omurilik: Sinir yolları vücuda ve beyne gider.

Hormon salgılayan beyin hücresi: Vücudun sıvı/tuz dengesini kontrol eder.

Beyincik: Hareket ve denge kontrolu yapar.

Hipofiz: En önemli 7 hormonu salgılar.

Düşünmek: Düşünerek 14 watt'lık ampul kadar enerji harcarız. Stresli ya da kanepede dinlenirken aynıdır, değişmez. İşaret parmağımızı eğme kararını vermek ile eğmek arasında 1 sn süre vardır.

Bilinç: Beyin hücrelerinin aktivitesi sonucu, zihinsel faaliyet, kalıtım, dış etkenler, deneyim kombinasyonları.

Endorfin: Morfin benzeri bir salgıyla ağrı hissini azaltır.

Uzak (saat farkı çok olan) yerlere seyahat edecekseniz:
* Sabah güneş ışığına kendinizi bolca bırakın.
* Gideceğiniz yerin yerel sirkadyanını (metabolik ritm) izleyin ve kendinizi hazırlayın alıştırın.
* İlk gece yatmadan önce 1/2 doz melatonin hapı alın.
Kişisel/sosyal sınırlarımız:
* 0-30 cm: Samimi
* 45-47 cm: Kişisel
* 120-215 cm: Taraf
* 365-765 cm: Kamu

23 Mayıs 2008

Beni yak, kendini yak, herşeyi yak...

Bundan bir kaç hafta önceydi...
Daha Leyla Gencer ölmemiş... Külleri savrulmamıştı...

Fatih'le bir tatil günü kahvaltı ederken şöyle demiştim:
"Fatih, bugun itibariyle bir karar verdim. Beni ölünce gömmeyin, yakın. Ben mezar, mezar taşı istemiyorum. Ama küllerimi Ege Denizi'ne atın... Kuzey Ege olsun. Ayvalık tarafları..."
Eh 35 yıldır gidiyoruz, orası da memleketim sayılır...
Kocamın yedikleri boğazına kaçıyordu az daha. Ben gitmeden O gidecekti neredeyse...
Çok önceleri de yeri belli bir mezarım olmasını istemezdim...
Bu kül-deniz olayı bana göre...
Bu yazıyı şimdi yazıyorum, çünkü Leyla Gencer öldü, yakıldı, denize savruldu, medya karıştı, din alemi karıştı, öyle miydi, böyle miydi, caiz miydi, günah mıydı uzayıp gidiyor konuşmalar. Neyse neydi! Ben onlardan görüp, duyup karar vermiş değilim... Kendi özgün kararımdır, herkes duysun dedim :))

Aman demokrasi uyanmasın!!

Asker konuşmasın, çünkü demokrasiye aykırı...

Yargı konuşmasın, çünkü demokrasiye aykırı...

STK'lar konuşmasın, çünkü demokrasiye aykırı...

Özetle kimse konuşmasın. Daha doğrusu sevgili hükümetimize muhalaefet etmesin...

Ama onlar anamızı ağlatsın... Sistemin içine etsin... Yasaların altından girsin üstünden çıksın...
Satmadık mal bırakmasın... vs vs vs...
Bunun adı DEMOKRASİ...
Bilmiyorsan öğren de gel...

14 Mayıs 2008

önyargı

Bir kitap okuyorum.
Tamamı 153 sayfa...
145. sayfadayım.
Şöyle yazıyor:
"Bir: Tanrı demek, fedakarlık demektir. Bu dünyada acı çek, öteki dünyada mutlu olursun.
İki: Eğlenen insanlar çocuk gibidir. Sen her zaman huysuz ol.
Üç: Bizden fazla deneyimi olan insanlar, bizim için neyin iyi olduğunu bilirler.
Dört: Görevimiz, başkalarını mutlu etmektir. Büyük özverilerde bulunmak zorunda kalsak da onları hoşnut kılmalıyız.
Beş: Mutluluk kadehinden içmemeliyiz; ondan hoşlanabiliriz ama onu her zaman elde edemeyebiliriz.
Altı: Bütün cezaları kabul etmeliyiz. Suçluyuz.
Yedi: Korku bir uyarıdır. Riske atılmamalıyız."

Buraya kadar okuduktan sonra, son satırı okumaya gerek bile görmeden kendi kendime 'nasıl yani?' diye sordum... Ben bu kitabı nasıl okudum? İrkildim! Bunca sayfa okuduğuma pişman oldum. Bu mu bana vereceği öğütler diye söylendim... Bu kadar edilgen, itaatkar, emir emir kapı demir bir insan yaratılması öğütleniyor ve ben bunca sayfa okurken anlamadım mı diye bir kaç dakika gittim geldim açıkçası... Sonra, dur bakalım dedim kendime, bu kadar önyargılı olma! Son satırı okudun mu? Peşin hüküm verme, hemen çöpe atma...
Sonra son satırı okudum:
"Bunlar, hiçbir ışığın savaşçısının uyamayacağı emirlerdir."

NOT: Kitabı okumanızı öneririm. Paulo Coelho'dan "Işığın savaşçısının elkitabı". Can Yayınları