30 Ocak 2007

İğne de, çuvaldız da bize batıyor...

Bazılarının aklı başına yeni geldi...
Bazıları ise ilk günden itibaren hep uyardı, yazdı, çizdi.. Onlar iyi ki var...

Yurdun bir çok yerinden stadlarda olaylar mısır gibi patlamaya başlayınca, telkinler başladı...
- Yok bizi kamplaştırmaya çalışanların tuzağına düşülmesinmiş...
- Oynanan oyuna dikkat edilsinmiş.
- Oyuna alet olunmasınmış...
- Falan filan...

Beyler, bu ülkeyi yönetenler dindarların siyaset yapmasını engellemeyin derken, alt kimlik-üst kimlik yaratırken, ulemaya sorun derken, bizi birleştiren islamdır derken, Atatürk için "bu adam" tabirini kullanırken, Anıtkabir'de saygı duruşunu "sap gibi ayakta durmaya" benzetirken, askerlik yan gelip yatma yeri değildir derken, "al ananı da git" derken, danıştay saldırısını devlete değil de iktidarlarına yapılmış sayarken, şehit annelerine telefon etmekten kaçınırken, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı güya çocuk olan bir imam hatiplinin gövde gösterisine dönüştürürken asıl kamplaşmanın körüklendiğini neden yazmadınız? Neden uyarmadınız? Durup düşünün bakalım. Vicdanınızı dinleyin, doğru cevap verin... İşin kaynağına uyarı yapacaktınız. Şimdi etkiye tepki doğdu... Doğal olarak... Diyorsunuz ki sağduyulu olun...
Oldu, yapanın yanına kalsın hep...
Yapanların, konuşanların sorumluluğu olmasın...
İğnesi de çuvaldızı da hep bize batsın...

Ne İzmir'deki Cumhuriyet Yürüyüşünü verip gururumuzu okşadınız, ne İstanbul'da kara çarşaflı kadınların cübbeli erkeklerin katıldığı mitingleri doğru düzgün ifşa ettiniz bize... Ekonomi iyi dediniz, yabancı yatırımcı geliyor dediniz, borsa şahane dediniz, yatırımlar dediniz, enflasyon düşüyor dediniz, işsizlik düşüyor dediniz... Uyutmaya çalışırken bizi, kendiniz uyudunuuuz, kaldınız... Gerçeklerin gerisinde kaldınız... İnternet çağında, bilgiye artık kolay ulaşılırken, mukayese edilebilirken, bu kulvarda olmayacaktınız...
Yarın kendi kendinizle hesaplaşmayacak mısınız?

29 Ocak 2007

Kıbrıs - Lübnan - Dün - Bugün... Perşembenin gelişi...

Değerli gazeteci Yılmaz Özdil'in 03 Eylül 2006 tarihinde kaleme aldığı köşe yazısını mutlaka defalarca okuyalım.. Okumamışlara okutturalım.
Hatta kaydedelim, çıkarıp çıkarıp okuyalım...
Şimdi biraz gerilere gidip hafıza tazeleyelim.
Lübnan'a asker gönderilmesi kararı sırasında Cumhurbaşkanı asker gönderilmesine karşı çıkmıştı. Ama hükümetin üst düzeyleri buna ilişkin görüşlerini hemen beyan ederek; "asker göndermeye AKP olduğu için karşı çıkıyorlar" da dediler, "asker yollamazsak ağırlığımız azalır" yorumu da yaptılar, "asker göndermezsek kale arkasından maç seyretmiş oluruz" da!

Bugüne gelirsek... Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ada etrafındaki tüm denizlerde (Dikkat edelim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti denizleri de dahil) petrol ve doğalgaz arama için ihale kararı alıyor. Lübnan'la da anlaşma imzalıyor. Haberi okumak için tıklayınız. Efelenmeler, notalar falan hikaye... Evin içinde bağır bağır nereye kadar... Evin dışında duyan yok ki... Üstelik evin dışında da bağırıldığından emin değilim. Aleni, göz göre göre tiyatro oynanıyor... Birileri şakşak alkışlıyor. Onların görevi bu... Biz ise seyrediyoruz "yaa bu kadar olmaz, yapılmaz artık bu" diyoruz... İzliyoruz... Bir gün perde kapanacak, evet biliyoruz. Ama perde nereye kapanacak, bunu bilemiyoruz!!!!

Şimdi, ağırlığımız ne oldu?
Kale arkasında mıyız, değil miyiz?
Söz sahibi miyiz, değil miyiz?


Yılmaz Özdil
Sabah Gazetesi,
03 Eylül 2006 Pazar
Haberin orijinal gazete sayfası için tıklayınız.

Büyük devlet...

Yıllardan, 76...
Aylardan, şubat...
Türkiye'nin Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar Cirit, Hamra Caddesi'nde bir kafede çayını içiyor, gazetesini okuyordu...
Ermeni terörist, sinsice yaklaştı.
Art arda bastı tetiğe... Şarjörünü boşalttı diplomatımızın iman tahtasına...
Bir şehit daha vermişti Türkiye.
Yakalandı mı bu tetikçi?
Yakalanmadı.
Aynı Lübnan'da...
THY büromuz bombalandı mı?
Bombalandı.
Turizm büromuz bombalandı mı?
Bombalandı.
Büyükelçiliğimiz tarandı mı?
Tarandı.
Büyükelçiliğimize füze fırlatıldı mı?
Fırlatıldı.
Türk Büyükelçiliği'nin Askeri Ataşesi ile İdari Ataşesi'nin otomobilleri havaya uçuruldu mu?
Uçuruldu.
PKK'nın olduğu gibi, Asala'nın da yuvası mıydı bu Lübnan?
Yuvasıydı.
Türkiye'nin Paris Başkonsolosluğu'nu silahlarla işgal edip, 56 Türk'ü rehin alan, Konsolos Kaya İnal'ı ağır şekilde yaralayan, güvenlik görevlimiz Cemal Özen'i şehit eden 4 terörist, Lübnanlı mıydı?
Lübnanlı'ydı.
İstanbul'da Topkapı Sarayı'nı otomobilin bagajına yerleştirdikleri bombayla havaya uçurmayı planlarken, erken patlaması sonucu ölen 2 terörist, Lübnanlı mıydı?
Lübnanlı'ydı.
Asala, ilk radyo yayınını nerede başlattı?
Beyrut'ta.
Beyrut'taki bu radyodan yayınlanan Asala bildirisinde, Türkiye'ye sefer yapan bütün uluslararası hava yollarının "hedef alınacağı" açıklandı mı?
Açıklandı.
Bu Lübnan, Lübnan kaynaklı bu vahşete rağmen, sözde Ermeni soykırımını tanıdı mı?
Tanıdı.
Bizi "bebek katili" ilan etti mi?
Etti.
Bu Lübnan'da Ermeni nüfus var mı?
Var.
Ermeni Partisi var mı?
Var.
Ermeni Bakan var mı?
Var.

Peki, bu Lübnan'ı "korumaya" gidecek olan BM Gücü'nde Ermenistan var mı?
Yok.
Kim var en önde?
Biz.
Bitmedi...
Bu Lübnan, soykırımı tanıyıp, bizi ne zaman bebek katili ilan etti?
2000'de.
Lübnan Parlamentosu'nun bizi bebek katili ilan eden kararından 3 ay sonra yapılan seçimde, kim başbakan seçildi?
Hariri.
Değiştirdi mi bu kararı?
Değiştirmedi.
Yani, bir anlamda, o da onayladı mı, bizim bebek katili olduğumuzu?
Onayladı.
Biz ne yaptık bunun karşılığında?
Türk Telekom'u ona verdik.
E aferin.
Salı günü oylama var bizim Meclis'te...
Haydi bütün eller havaya.

28 Ocak 2007

Kral çıplak!

AB Dönem Başkanı Almanya...
Almanya Başbakan'ı Merkel demiş ki:
AB 3 grup olsun.
İlk grupta: Şengen ve Euro kullanan ülkeler,
İkinci grupta: İngiltere, Danimarka gibi şengen ve Euro kullanmayan ülkeler,
Son grupta: Diğerleri.
O'na göre Türkiye nerede olsun?
Son grupta...
Nihayet biri çıkıp "Kral Çıplak" dedi... O da bizden olmadı...
Şimdi, herkes dönüp değerlendirme yapacak mı?

Ben de istiyorum AB üyesi olmayı...
Ama kusura bakmayın bu şartlarda değil...

Bir çocuk düşünün... Elinden tutmuşlar, kocaman bir oyuncak dükkanına sokmuşlar. Çocuk ne isterse alacağını sanıyor, tam oyuncağa uzanıyor... Elinden hoyratça çekiyorlar geriye...
Bir yandan çocuğa çeki düzen vermeye çalışıyorlar... Spor, sanat, hak, hukuk, bilim öğrensin istiyorlar... Çok güzel. Ama diğer yandan da babasından kalan mirası elinden almaya çalışıyorlar... Uyan çocuk uyan...
Aslında, hikaye böyle değil... Çünkü çocuk cin fikirli... Atmış imzayı önceden... Ailesine haber vermeden... Şimdi anasını-babasını kandırıp göz boyamaya çalışıyor...

Tam bunu yazarken bir mail geldi... İnternette bir site... Terörist başının ismiyle, resmiyle yazıları yayınlanıyor. Tek yazı değil. Sürekli yazmış, periyodik... Bunu görünce yıkıldım... YIKILDIM...
Çünkü, örnekler hep böyle iç burkucu... Gurur verici değil ki...
Mesela Birleşmiş Milletler terörist ilan etmiş... Ülkelere giriş-çıkışı yasaklanmış... Mal varlıkları dondurulmuş bir adam var... Başbakan çıkıp, meclis çatısı altında dahi ne kadar güvendiğini, ona iftira atmaya çalışıldığını söyledi. Ben medyanın yalancısıyım... Acaba hangisi doğru? Adamın terörist olduğu mu? Başbakan'ın kendine güvendiği gibi o kişiye güvendiği mi? Tesadüf bu ya, bu zatı araştıran maliye başmüfettişinin çeşitli nedenlerden dolayı istifasının istendiği mi?

Kum saati çok hızlı akıyor artık!

Bazen kasvetli gökyüzünde
Parlamaya başlayan
Aya bakıyorum.
Ve ay alçak sesle
Sevecenlikle dolu söylüyor
Bir gün döneceğini.

(
Jose Mauro De Vasconcelos - Güneşi Uyandıralım kitabından)

Çok güvenmiştim...

Benim gibi düşünen diğer çoğunluk gibi...
Elinde yetkiler vardır, yasaların verdiği güç vardır demiştim.
Ama zamana bakıyorum, hızla akıyor...
Kumlar çılgın gibi aşağıya dökülüyor...
Nisan ayına ne kaldı?
Gidişin bu kadar sessiz mi olacak?
Bize iki çift laf etmeyecek misin?
Hayatın gibi sade bir devir teslimle ayrılacak mısın?
Bırakacak mısın bizi?
Bizim başka güvencemiz kalmayacak!
Sırtımızı dayadığımız en sağlam duvar yıkılacak!
Biz kime güveneceğiz?

Düşünüyorum...
Haksızlık ettiğime karar veriyorum.
Zaten herşeyi biz yapmadık mı?
Herşey bizim sandıkta çizdiğimiz resim değil mi?
Herbirimiz resmin bir köşesini, farklı renklerle boyadık...
Kiminin boyası ucuz çıktı, rengi değişti, yeşile döndü...
Kimisi eline fırça almadı, boyaya bulaşmadı!
Bugün, resim ortada...

Ama, bundan sonra yeni sayfayı, yeni beyaz sayfayı boyarken...
Zaman geçince rengi değişen ucuz boyalar yerine, bildiğiniz boyalarla-bildiğiniz fırçalarla başlayın... Resim başta neyse, sonra da o olsun... Değişmesin, başka renklere dönüşmesin... Herkes boyasın ki resimde boş yer kalmasın... KAğıdımıza, boyamıza, fırçamıza biz sahip çıkmazsak... Biri gelir, kendine göre boyar...

27 Ocak 2007

Unutmuyorum!

  • GAP ne oldu? "GAP'ı gaptırmam" ne oldu?
  • Güneydoğu sınırındaki mayın temizliği ne oldu?
  • Petrol yasası ne getirecek, ne götürecek? (Bir şey getirmeyeceği belli de)
  • Söz yasalardan açılmışken tohumculuk yasası?
  • Nükleer santral meselesi ne oldu?
  • İstanbul'da "Sevda Tepesi" ne oldu?
  • Uşak Müzesi'nden çalınan "Kanatlı Deniz Atı" broşu ne oldu?
  • Diğer müzelerden çalınan eserler ne oldu?
  • Malatya Çocuk yuvası rezaleti ne oldu?
  • Diğer çocuk yuvalarındaki rezaletler ne oldu?
  • Unakıtan'ın yıkılan kaçak villaları ne oldu? İki tane yıkıp, 3 tane yaptı mı?
  • Depremlere karşı hangi önlemler planlandı? Hangileri yapıldı?
  • Ankara'nın canım caddeleri, cumhuriyete tanıklık eden ağaçları, parkları ne oldu?
  • Atatürk Hava Limanı'nda "deve kestiren" zatın akibeti ne oldu? Duyduğumuza göre yurtdışına terfi etmiş. Doğru mu?
  • Amerika'da, Fransa'da, belki de heryerde olan bölünmüş Türkiye haritaları ile ilgili ne yapıldı?
  • Kıbrıs ne oldu? İçerde ölüm ve cinayet haberlerinin naklen yayınları ile beynimiz uyuşturulurken bir habere göre Güney Kıbrıs Rum Kesimi denizlerinde petrol arama yasasını çıkarmış. Ama, yasanın kapsamı sadece Güney Rum Denizi değil, tüm adanın çevresiymiş. Bu konuda ne yapıldı?
  • Kelepir satışlarınız dışında hangi yatırımlar yapıldı? Yatırım var da ben bilmiyorsam cahilliğime verin artık!
  • Bu kadar dış borcu nasıl ödeyeceksiniz? Pardon BİZ NASIL ödeyeceğiz?
  • Bu yaz yanan orman yerleri ne oldu? "Yandı, bitti, kül oldu" mu?
  • İstanbul'un su ihtiyacını karşılayan Ömerli Su Havza'sındaki imarlaşma hatta sanayileşme durdu mu? Yoksa, bindiğimiz dalda baltalar elimizde mi?
  • Okullarda İstiklal Marşı okunmasın, andımız okunmasın diyenlere ne oldu? Yoksa bu da bir nevi fikir özgürlüğü mü?
  • Oluşturulmak istenen Şii-Sünni karşı bloklarında Türkiye'yi yani LAİK, DEMOKRATİK, HUKUK devletini Sünni gruba aldılar mı, almadılar mı? Amerika, Türkiye'yi Sünni Müslüman diye nitelendirdi mi, nitelendirmedi mi?

Bunlar aklıma gelenler...

Biraz daha düşünsem daha da neler gelir kimbilir...
Eğer, sizin aklınıza geliyorsa gönderin bana. Ekleyeyim...
Başımızı başka yönlere çevirseler de, biraz düşününce aslında hiçbirşeyi unutmadığımızı göreceğiz...

Zamanı geri çevirmeli mi?

İyi ki Çinli değilim...
Evlendiğimde doğru düzgün pilav pişiremiyordum...
Pirinçler pişmeden kıtır kıtır kalıyordu...
O zamanlar hakikaten felaketti...
Sonra keşfettim ki, pilavı pişirirken kapağı aralıyorum. Neden yapıyorsam?
Pirinç suyu içine çekemeden, ben havaya uçuruyorum. Zaman içinde geliştim, değiştim, dönüştüm... (Bu sözler tanıdık geliyor mu? Neyse, bulaşmayalım... Gayet kendi halinde bir yazı bu)
Artık pilavlarımı iyi yaptığımı düşünüyorum. Ben düşünüyorum tabi... Kocam benim pilavıma hep bir bahane bulur. O'nun ağzına göre bir pilavı daha yapamadım.

Ta ki bugüne kadar!

Mutfaktayım pilav pişiriyorum.
Fıstık ve üzümlü yapacağım. Önce yağda biraz döndüreceğim. Biraz döndüreyim derken, fıstıklar kararıyor, yağın rengi hafif değişiyor. Ama ben üşeniyorum ve atmıyorum. Suyunu koyuyorum. Pirinci ekliyorum. Hatta haşlanmış nohut da koyuyorum... Demleniyor.

Pilavdaki renk, sanki bol tereyağ kızdırmışım da üzerine dökmüşüm gibi.. Esmerce...
Bugün pilavımın notu kırık diye sofraya getiriyorum...
Ama o da ne?
İnanamıyorum!

Eşim, pilava bayılıyor...
Evliliğimizde bir ilk yaşanıyor ve benim pilavımdan 3 kere servis yapıyorum...

Şimdi ben kocamın kalbine giden bu hafif yanık baharat yolunu yeni mi keşfetmiş sayılırım?
Yoksa, yemeklerimin lezzetinden bugüne kadar boşuna mı şüphelenmişim?
Yoksa, yemek bahane, sohbet şahane mi?

Ne demişler!
Gönül ne kahve ister,
Ne kahvehane...
Gönül sohbet ister,
kahve bahane...

23 Ocak 2007

İtibar ve Karakter

Arkadaşım Funda, bir şiir göndermiş. Çok beğendim.

İTİBAR VE KARAKTER DENGESİ

Itibarı, içinde yaşadığın ortam belirler
karakteri, inandığın doğrular...

Itibar, sandığın şeydir;
karakter olduğun şey...

Itibar fotoğraftır;
karakter ise yüz..

Itibar dışardan gelir;
karakter içerden..

Itibar, yeni bir topluluğga girdiğinde sahip olduğundur;
karakter giderken elinde olan ..

Itibarın bir anda olur;
karakterin, ömür boyunca..

Itibarın bir saatte öğrenilir;
karakterin bir yilda açığa çıkmaz..

Itibar mantar gibi büyür;
karakter sonsuza kadar sürer

Itibar zengin veya fakir yapar;
karakterse mutlu ya da mutsuz..

Itibar insanlarin mezar taşına kazıdıklarıdır;
karakter meleklerin Tanrı huzurunda senin için söyledikleri..

William Hersey Davis

299-300 ve 301. madde

TÜRK CEZA KANUNU...
Maddeler: 299 - 301
2. Kitap, 4. Kısım, 3. Bölüm: Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar

Cumhurbaşkanına hakaret

Madde 299 - (1) Cumhurbaşkanına hakaret eden kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Verilecek ceza, suçun alenen işlenmesi hâlinde, altıda biri; basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, üçte biri oranında artırılır.

(3) Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır.

Devletin egemenlik alametlerini aşağılama

Madde 300 - (1) Türk Bayrağını yırtarak, yakarak veya sair surette ve alenen aşağılayan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu hüküm, Anayasada belirlenen beyaz ay yıldızlı al bayrak özelliklerini taşıyan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik alâmeti olarak kullanılan her türlü işaret hakkında uygulanır.

(2) İstiklal Marşını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Bu maddede tanımlanan suçların yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.

Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama

Madde 301 - (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.

(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.

Okuduğum gazeteler gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. bir takım gazetelerin manşetleri aklıma geliyor. Hatta ikisi de Ahmet diyerek, Ahmedinejad ile Ahmet Necdet Sezer'i kıyaslamaları, tahmin edileceği gibi birilerini göklere çıkartırken, birilerini yermeleri... Bakıyorum bana göre bu 299.madde...

Medyada manşetlere çıkmayan ama kulaktan kulağa konuşulan, bir kaç cılız yerde belki çıkan bayrak yakıldığına, parçalandığına dair haberleri hatırlıyorum... Bu da 300.madde değil mi?

Neden bu maddelere ÇIT yok?
Varsa yoksa 301...
NEDEN?

Yöneticimiz uyuyor mu?

- KÜLTÜR BAKANI'MIZ UYUYOR MU?
- Şşşşşt! Yavaş!
- Pardon, pardon. Benim ki de soru işte!!!!

ince ayar!

* Danıştay'a saldırı oldu... İktidarlarına yapılmış saydılar... Cenaze töreni yapıldı... Gitmediler... Çünkü, Antalya'da kavşak açtılar...

* Bir gazeteci öldürüldü... Türkiye'ye yapılmış saydılar... Cenaze töreni yapılıyor (Halen devam ediyor)... Sanırım gitmeyecekler... Çünkü, Bolu Dağı Tüneli'ni açıyorlar... (değişiklik olur da gider mi bilmiyorum. Ama ben şu an itibariyle düşüncelerimi yazıyorum)

* Ecevit öldü... Devlet töreni yapılınca mecbur gittiler... Halk "Türkiye Laiktir, laik kalacak" sloganı attı.. "Maçlardaki gibi slogan atıyorlar" diye aşağıladılar.

Binlerce insan İstanbul'da birleşmiş, cenazeyle birlikte yürüyor... Ama sessizce... Slogansız, taşkınlık yapmadan... Sessiz bir güç olarak... Çünkü, vasiyet böyle...

Ben olsam bu sessiz sessizlik anlaşmasından yararlanır giderdim ... Nasıl olsa kimseden çıt çıkmaz derdim... Yani sesten kastım şudur: Açılışlarda, parti toplantılarındaki yandaşların çıkardığı şakşak sesi değil... Ecevit'in cenazesindeki gerçek ses...

Ama Başbakan'ın, kendiliğinden toplanmış halkın önüne çıkma cesaretini gösterdiğini görmedim. Seçilmiş, yandaş toplulukları arasında rahat ediyor. O zaman ne istiyorsa söylüyor, konuşuyor...

"Beeen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak" diye başlayan söylevler ne kadar inandırıcı oluyor?

Tesadüflere bakın ki, açılışlar hep böyle önemli günlere denk geliyor. Ne kavşak! açılışından vazgeçilir, ne Bolu Tüneli! açılışından... 14 yıl beklemiş bir tünelin açılışında, konuşma yapıp, resimlerde fon oluşturup, arşivlere geçirip, seçilmiş kalabalığın önünde "bizim iktidarımız bitirdi" demek varken... Nasıl karşılanacağıni bilmediği gerçek halkın önüne çıkmak!!!

Burada, önemli ayrıntı şudur: Cenaze törenine katılıp katılmamak meselesi değil, seçilmiş kalabalık ile spontan toplanmış gerçek halk arasındaki seçimdir. Birisi "ye kürküm ye" hikayesidir... Diğeri "Aaaa! Kral çıplak" masalı... Tercih sadece bundan ibarettir.

21 Ocak 2007

THY ve Miles&Smiles

Benim yıllar önce alınmış bir "miles&miles" kartım vardı.
Bir kaç ay önce THY bana postayla yenilenmiş manyetik üyelik kartımı, mektuplarını, 2 adet bagaj etiketini ve özel yolcu programını anlatan bir kitapçığı, özel hazırlanmış bir karton muhafaza içinde göndermişti. Çok şık, kurumsal imajı bütün ama epey masraflı bir paket bu.

Bugün posta kutuma baktım. Bir paket daha. Acaba farklılık mı var dedim, inceledim. Hayır herşey aynı. Artık sahip olduğum kart ve kitapçıktan çift oldu elimde.

Diyeceğim şu: THY pazarlama kadroları databanklarını -kime gönderildi, kime gönderilmedi- diye kontrol etmiyorlar mı?
Maliyeti oldukça yüksek olan bu mükerrer işe nasıl izin veriyorlar?

THY deyince aklıma deve geliyor. Deve deyince de meşhur bir söz:
"Deveye sormuşlar: Boynun neden eğri? Deve yanıtlamış: Nerem doğru ki?"

Fername - Ferhan Şensoy Tiyatrosu

Atatürk Fotoğrafları sergisi sonrası, İstiklal Caddesi'nde Ortaoyuncular sahnesinde Fername'yi izledim... Usta sanatçı Ferhan Şensoy'un tek kişilik oyunu... İlk defa böyle tarihi bir mekanda tiyatro seyrediyorum... Çok etkileyici... O sahneden kimler geldi, kimler geçti acaba diye düşünmeden edemiyorsunuz? Neler yankılandı? Kimler alkışlandı? Hangi ustalar çıktı sahneye, bugünlere görülmeyen ama hissedilen hangi birikimlerini bıraktılar? Aklıma, hep Münir Özkul'dan dinlediğim ve Haldun Taner'e ait olduğunu öğrendiğim sözler geldi: "Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız. Görorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Virjinya’nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. PERDE."


Ben balkonda ön sıranın tam ortasında oturdum. Salon tamamen dolu değildi. TV'lerdeki dizileri seyreden milyonlara karşı, buraya gelen bir avuç insanın mesajları direkt alabilmesi, neler oluyor hissedebilmesi, sorgulaması, çevresiyle tartışmasının etkisiyle boy ölçüşemez.
İşte bu suya atılan taşın halkaları gibi... Hep büyüyecek...

Ferhan Şensoy...
Sahnede...
Yılların tecrübesi, birikimiyle...
Aklıyla...
Bilgisiyle...
Anılarıyla...
Çabalarıyla...
Kültürüyle...
Eğer, görmeyi becerirsek bize ne kadar muhteşem bir ayna tuttu. İçimize bugünden bir tortu bıraktı. Bizi düşündürsün diye...
Açık, net, ima etmeden isim vererek içinde bulunduğumuz tehlikelere işaret etti.
Yani anlayana da, anlamayana da davul zurna eşliğinde!

Çocukluğunda, yaşıtları gerçek silahlarla havaya attıkları parayı delme oyunu oynarken, O komşu kızına limon kabuğundan terazi yapıyordu. Büyüdü kendi deyimiyle terazi manyağı oldu, insan sarrafı oldu... Hep insanları tartmaya çalıştı...

Artık, 1940'lardan kalma gazeteleri okuduğunu söyledi. O günlerin resimlerini ve yazılarını anlattı, yaşattırdı bize. "Böylece, kendimi laik bir ülkede yaşıyor zannediyorum" diyerek kapadı birinci perdeyi.

İkinci perde sonunda ise babasına bir mektup yazdı ki mum ışığında... Benim gözlerim doldu. "Kurtuluş Savaşı'na katılmış biri olarak, bugünleri görmemen iyi oldu." diye ekledi mektubun sonuna...

Alınacak çok mesaj vardı oyunda... Geleceğimize sahip çıkmak için, durup düşünüp değerlendirmek için çok sinyal vardı... Ve yazılmış mektupların en iyisiydi... İçi gerçeklerle doluydu... Göstermelik değildi... Bembeyaz bir kağıda yazılmış, gerçek kelimelerdi... Öyle kuşların kanadına yazılan cepteki kelimeler değil!?!

"Sarışın Bir Kurt" Sergisi - III





Yoruma gerek yok!
Öyle
çalışılmaz, böyle çalışılır...
Her zaman, her yerde...
-mış gibi değil...
-Ecek, -acak diyerek değil...

"Sarışın Bir Kurt" Sergisi - II









O'nun elinten tutup da, önünde şirince dönmek...
Kalabalıkların içinde en güvenilir eli tutmak...
Yanağında resimden taşan yumuşacık, güven dolu dokunuşu hissetmek ne güzeldir kimbilir...

"Sarışın Bir Kurt" Sergisi - I

Taksim Metro'sunda İTO ve İBB desteğiyle Atatürk'e ait fotoğraf sergisi vardı...
Kaçırır mıyım? Tabi ki hayır :) Bir kısmını hiç görmediğim büyük boy fotoğraflar... Çok güzeldi. Ben yine kapalı ortamda düşük değerli çekim yapan makinamla görüntülemeye çalıştım. İçlerinden, bugüne kadar ya görmediğim ya da çok az rastladığım fotoğrafları ekliyorum yazıma.
Büyük boy fotoğraflarla yanyana olunca iyice anladım ki, O'nun tartışmasız aklı, dehası, öngörüsü, analizleri, kararları yanında; sıcacık, kuşatan, güven veren, saran, abartısız, gösterişsiz ve samimi sevgisi, saygısı, insancıllığı da benzersiz... Bizim yanımızda... Ne yapıyorsa bizimle beraber ve bizim için yapan...
İnsanları uzak tutan bir korku yerine, çeken bir samimiyete tanık oldum bir kez daha...
Zorla değil, doğal olarak insanların içinden yansıyan saygıyı gördüm...


Büyük boy fotoğraflarıyla karşı karşıya kalıverince, uzanıp boynuna sarılıvermek geldi...






























Bana teşekkür yok mu?

Gecenin bu saatinde blog yazmış, pes artık demeyin...
Bazen aklıma gelenleri ertelemeden içimi boşaltmak ihityacım oluyor...
Üşenmiyorum, bilgisayarı açıyorum, blogger'ı açıyorum vs.. Neyse, bunlar önemli değil...

Hrant Dink'in katil zanlısı yakalandı.
Tüm gün TV'lerden yayınlanan güvenlik kamerası görüntülerinden babası teşhis etmiş. Emniyetle temasa geçmiş. Çocuğun Trabzon'lu olduğu ortaya çıkmış... Şu saatlerde İstanbul'dan Trabzon'a giderken Samsun'da yakalanmış.
Görüntülerdeki "BEYAZ BERE" yanındaymış...
Suç aleti "SİLAH" yanındaymış...
Cinayeti işleyip evine dönüyordu demek ki...

Çok kolay çözüldü gibi geldi bana...
Yine komplom geldi herhalde.
Çocuğum sen hiç Amerikan polisiye filmi seyretmedin mi?
Ne bileyim CSI Miami falan da mı görmedin?

O filmlerde cinayetten sonra (hele ki bu kadar önemli bir olay!) suç aletlerini atıveriyorlar. Kılık kıyafeti hemen değiştiriyorlar. Ben BERE'nin hatırası vardı herhalde atamadı diye düşündüm. Silah da yadigar mıdır nedir?

Tövbe estağfurullah ama 32 saatte jet hızıyla çözüldü olay... (Yanlış anlaşılmasın. Çözülmesinden yanayım tabi ki. Keşke, her konunun üzerine böyle gitseler!)

Neyse neyse, neden hemen blog yazdığımı anlatacaktım...
Sayın İstanbul Valisi bir tek bana teşekkür etmedi...
Nasıl üzüldüm?
Nasıl teessüf ettim?
Nasıl üzüntülere gark oldum?
Sayın İstanbul Valisi, zanlının yakalandığına dair haberi basın toplantısı ile TV'lerin son dakika yayınlarıyla duyurdu... Bilgi verdi.
Ama kardeşim;
Tamam kapsamı, boyutları, içeriye dışarıya yansımaları çok önemli bu konunun failini 32 saatte buldunuz çıkardınız...
Zaten bu göreviniz...
Ne demeye herkese teşekkür edip, işin cılkını çıkardınız?
Tamam emeği geçen herkesi motive etmek, minnetini ifade etmek iyi bir davranış. Ama daha yakalanma haberini verirken, yani daha dakka bir şeklindeyken teşekkür etmediğiniz bir uçan kuş, bir de ben kaldım...
Bu kadar teşekkür ortaya dökülünce haberin özünü kaçırdım...
Atkılı düğünde miyim, sahnede selam veren assolisti mi dinliyorum, nerdeyim şaşırdım...


19 Ocak 2007

Yediğin hurmalar, bir gün tırmalar!

YORUMSUZ!!

Hala nelerle uğraşıyorlar!
Yazık bize yazık!
Kaybettiğimiz enerjiye yazık!
Defterlerden çıkarabilirler, duvardan indirmeye çalışabilirler, ajandalara koymayabilirler, bayramlarımızdan adını çıkarabilirler...
Ama gönüllerimizden asla silemeyecekler...
Güneşi balçıkla sıvayamayacaklar...
Bilsinler ki bugün yapılanlar unutulmayacak...
Hepsi, tek tek, özenle tarihe geçiriliyor, zamanı gelince yine tek tek, özenle açılacak...
İçimizi ısıtan, aklımızı aydınlatan, özgürlüğümüzü onurumuzu pekiştiren, gönlümüzü coşturan muhteşem bir akıl yolundan bizi çeviremeyecekler...
Lütfen aşağıdaki linki tıklayın, haberi ibretle okuyun, haberi yaratan cüreti unutmayın...

CHP'den Atatürk tepkisi...

Fazla söze gerek yok!!!

YORUMSUZ!

Bugün, Hrant Dink'in öldürülmesi ile ilgili haberler ve yorumlar sırasında, Kanaltürk ana haber bülteninde Tuncay Özkan şöyle bir ifade kullandı:
(Aklımda kaldığı şekliyle yazıyorum. İfadeyi bozan bir yanlışlık yaptığımı sanmıyorum.)

"Hükümet, cenazeleri kaldırmaktan başka terörle mücadele konusunda bir şey yapmamıştır."

18 Ocak 2007

İstanbul silüeti

Her akşam kanal kanal gez...
Bir sürü dizi...
Dizilerde İstanbul...
Ama dikkat edin bakalım, hangisi göğsünü gere gere boydan boya, üstelik gündüz İstanbul silüeti verebiliyor bizlere...
Ya sadece gece, boğazın ışıklarını veriyorlar ya da gündüz dar açılı mekanlar...
Tepeden Kız Kulesi, yandan Galata Kulesi, yalı temalı bir boğaz manzarası parçası, bir vapur, köprü, Ortaköy Camisi, tepeden Topkapı, Sultan Ahmet Meydanı...
Başka?
Daha geniş açı?
Daha geniş açı olmaaaaz... Olamaaazzz...
Sebebi belli değil mi? Çirkin şehirleşme...
Filmlere bakınca at gözlüğü ile bakıyormuşum gibi geliyor rahatsızlık hissine kapılıyorum. Daha geniş bakmak istiyorum. Sanki tıkanıyorum...
Ama hemen aklıma geliyor.
Panoromik bir görüntü düşünsenize... Eşsiz tarihi eserlerin görkemli duruşuna hayran hayran bakarken, çirkin, şahsiyetsiz, karaktersiz, irili ufaklı, çatılı, çatısız, ayakta durmak için dipdibe yanaşmış gibi duran, dikdörtgen çıkıntılar gözünüze değil, ciğerinize gönlünüze batacak...

Kosla Oxi Action

Fatih'e pembe gömlek aldık...
İlk defa pembe olayı...
Çok da beğendik...
Pilot kalemle cebini mürekkep lekesi yaptı...
Nasıl çıkarayım diye düşündüm...
Aklıma Kosla Oxi Action geldi...
Öyle ya... Her gün onlarca reklam yapıyorlar...
İnsanların üzerinden giysilerini söküp alıp, lekeye boğuyorlar... Ardından ne sihirdir ne keramet şeklinde lekelerden iz kalmıyor.
Hep bu muciziye!! inanarak sanal mağazadan sipariş ettim. Fiyatı da az değil, mağaza kartımın indirimine rağmen 10 YTL civarında... Ufacık bir kutucuk...
Kutu üzerindeki suda bekletme tarifini aynen uyguladım. SONUÇ=0

Bir de yıkama yaptırayım dedim, onu da denedim. SONUÇ=0

Eeee ben ne anladım şimdi? Parama yazık oldu.

Kosla Oxi Action tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yarattı bende.
Üstelik, pahalı...
Üstelik, başarısız...
Üstelik, kapak altında koruyucu folyo yok. Yani kutuyu ilk açan siz olmuyorsunuz...

Onca reklam, göz boyama... Ne hayaller kurmuştum... Hepsi çöpe... Artık ağızlarıyla kuş tutsalar nafile...

Gömlek ne mi oldu? Kuru temizlemeye verdim... Zavallı gömleğin çektiği işkence de cabası...

17 Ocak 2007

İnternetsiz hayat çok bayat!!!

Önceden "kotsuz hayat çok bayat"tı...
Şimdi, teknoloji geldi "internetsiz hayat çok bayat" oldu tabi ki...
Bilgisayarım geçen gün çöküverdi. Harddisk gidiverdi. Bi veda eder, bi sinyal verir, ben gidiyorum der... Biz de önlem alırız.
Aslında , günahını almayalım. Geçen yıl Sığacık'ta elektrikler çok sık kesildiği için, biraz darbe almıştı. Ben onu çeşitli programlarla koruyordum amaaaaa... Dayanamadı işte...
1 GB'lık USB belleğimde de arşivimin bir kısmı vardı.
Eski harddisk üzerinde çalışılıyor. Eğer bilgilerim uçarsa, bütün hayat hikayem uçmuş gibi olacağım. Yılların arşivi orada. Fotoğraflar ise cabası... Herşeyimiz... Bilgisayarda arşiv tutmaya o kadar alıştık ki...

Ama suç bende... Madem alıştık.. Önlemini alsana. 1 GB bellek yetmiyorsa bir tane daha alsana... Artık keşke demenin faydası yok... Ama dua etmeye devam... Ya kurtulursa diye...

Bu arada, artık 30 GB'lık harddisk üretilmiyormuş. Minimum 80 GB... İlgilenenler için küçük bir nottu bu...

14 Ocak 2007

Trafik kuralları!!!

Sabah bankaya gitmem gerekti.
Üst Bostancı'dan Dr.Kemal Akgüder Caddesi boyunca aşağı indim. Minibüs Caddesi'nin kestiği ışıklı kavşağa geldim. İndiğim caddenin sadece sağa dönüşü var. Karşıya geçiş yasak. Levhası da mevcut. Çünkü soldan gelen araçlar giriyor. Aksi halde kaza ihtimali çok yüksek... Ama yasak dinleyen kim. Gün içinde bir sürü otomobil, dolmuş, servis aracı buradan yasak geçiş yapıyor.
Neyse, sabah 09.06 itibariyle kavşaktayım. Bu kez bir İBB Otobüsü yasak yolu tercih etmiş. Usul usul geçiş yapıyor. Ben de karşıya geçtim. Aaaa üstüme iyilik sağlık, başka bir İBB Otobüsü de kırmızı ışıkta geçmeye çalışırken, pazar sabahı sakin trafikte bile yolu tıkayıp, karmaşa yaratmasın mı?
Özellikle yasak geçişe ne zaman polis kontrolü gelecek diye merak ediyorum. Herhalde bir kaza olacak, birileri yaralanacak ya da allah korusun ölecek. Ondan sonra...
Toplam kalite diliyle özetlersek "düzeltici faaliyet" yapılacak. "Önleyici faaliyet" akıllara gelmeyecek.
Trafik akıllıları nasıl olsa pazar sabahı, yollarda kimse olmaz uyanıklığı ile davranıyor ama büyük hata ediyorlar.
On yıldan uzun bir süre önce, o sırada Pınar Et'te çalışıyorum. "Şirket içi kalite denetçisi" eğitimi alıyoruz. Dördüncü ve son gün sınav var ve pazar gününe rastlıyor. Geçer not alırsak denetçi olmaya hak kazanıyoruz. O sabah, müdürüm beni arabayla aldı. Evden 150-200 m mesafedeki ışıklı kavşağa geldik. Yeşil yandı geçiyoruz sandık... Çünkü, bir servis otobüsü kendisine kırmızı olmasına rağmen geçiyor. Korkunç bir çarpışma.. Ne mutlu ki kemerlerimiz bağlıydı. Zaten sıkışma yaptığı için açılamadı. Ben şoktan nefes alamadım bir süre... Bunun nedeni, daha altı ay öncesinde Bursa yolunda büyük bir kaza atlatmış olmam. Neyse uzun hikaye... Sonra, karakolda ifadeler, hastanede röntgenler, sargılar... Ha bu arada karakolda azarlandığımızı da yazmadan geçemeyeceğim. Biz kaza yapmışız. Üstelik mağduruz. Ötemiz berimiz yaralı... Polislere derdiğimi anlatmaya çalışıyoruz. Bu psikoloji içindeyiz. Polis bizi azarlamasın mı? "Başım ağrıyor, bir de sizi çekemem. Durun bakalım" diye... O andaki şaşkınlığımı ve üzüntümü unutmam mümkün değil.
Konu nereden nereye geldi. Her kurala uysak, banane demesek, saygılı olsak başımıza gelenler azalacak ve "önleyici faaliyet" yapmış olacağız...

Sonuçta biz geç de olsa eğitimin yapıldığı otele gittik. Arkadaşlara katıldık. Sınava girdik. Başardık. Denetçi olduk...

13 Ocak 2007

Komplom geldi!!!

Biraz önce ana haberleri dinledim...
Başbakan, İstanbul'a vize konulması isteğini dile getiriyor...
Dinleyince aynen komplom geldi...
Şöyle ki, hemen izah edeyim:
* Vakıflar yasasını çıkaracaksınız. Bu yasanın ne menem bir şey olduğunu hatırlamıyorsak, www.yenicaggazetesi.com.tr linkini tıklayarak öğrenelim.
* Merkez Bankası'nı İstanbul'a getirmeyi planlıyorsunuz. Zaten, ticaret burada paranın yönetimi de gelecek. Başkent'ten koparılacak.
* Fener Rum Patriği ekümenik diye kendini lanse ediyor, dünya böyle kabul ediyor. Lozan Antlaşması'na rağmen ses çıkarmayacaksınız. Bu haberi de www.yenicag.com.tr sayfasından okuyalım.

* Bir de İstanbul'a vize koyacaksınız. Türkiye'den ayrılaştıracaksınız. Yani, yeme de yanında yat. Yani, kaymaklı kadayıf...


Ama biz sevinelim şimdi bu habere... Aaa tabi tabi İstanbul çok kalabalık oldu. Göç çekiyor. Artık kimse gelmesin. Herkes kendi memleketinde iş kursun, çalışsın, para kazansın canııım...Ekmek bulamayan pasta yesiiin...


Hayatımız trajikomik... Sanki, İstanbul dışındaki illerde insanların para kazanması kolay... Sanki, imkanlar bol... Diğer illere yatırım yapıldı mı? Diğer illerin istidahımını artıracak çözümler bulundu mu? Sanki, insanlar keyfinden evini, eşini, dostunu, alıştığı yerleri terkedip yollara düşüyor... Evini barkını bırakıp, gecekondulara geliyor... Bu önerilerin hepsini bir araya toplayınca, ben dile getirilmeye çalışılan samimiyete inanamıyorum. Dedim ya komplom geldi... Ne sorunun tespiti doğru, ne çözüm doğru... Göstermelik bir şeyler söyleniyor işte... Yersek diye...

"Paşa"lar

Nişantaşı'na gitmek için önce Bostancı'dan deniz otobüsüne biniyorum. Kabataş iskelesine gidiyorum. Oradan taksiye biniyorum. Geçen gün Bostancı'dan karşıya geçerken "Piyale Paşa" denizotobüsüne bindim. Dönerken de "Karamürsel Paşa" deniz otobüsüne... İçerde Karamürsel Paşa'nın hayatını anlatan levhalar asmışlar... Karamürsel şehrinin ismi de bu paşadan geliyormuş.
Sonra, "paşa"ları düşündüm... Eski Türk Filmleri aklıma geldi. "Paşa Dede"ye sahip olmak ne mühimdi... "Paşa Torunu" olmak da bir o kadar ayrıcalık... Yalı isimleri geldi aklıma ve araştırınca daha bir çoklarını buldum:
Yalılar, köşkler, konaklar:
-Sait Halim Paşa , Amucazade Hüseyin Paşa, Zarif Mustafa Paşa, Ragıp Paşa, Damat Ferit Paşa, Tahir Paşa, Koca Reşit Paşa, Ahmet Afif Paşa, Ferik Ahmet Paşa, Hasip Paşa, Yusuf Ziya Paşa, Sadullah Paşa, Tophane Müşiri Zeki Paşa, Halil Ethem Paşa
Türbeler, camiler:
- Hasan Paşa, Siyavuş Paşa, Ferhat Paşa, Zal Mahmut Paşa, Kılıç Ali Paşa, Zühtü Paşa, Hirami Ahmet Paşa, Amcazade Hüseyin Paşa, Mehmet Paşa, Sokullu Mehmet Paşa, Rüstem Paşa
Hanlar:
-Rüstem Paşa
Gar:
-Haydar Paşa
Hamam:
-Cibali Küçük Mustafa Paşa
Okul:
-Gazi Osman Paşa

Bir de şu bilgiye rastladım.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ÇÖKÜŞÜ
Yazar: Joseph PAMİANKOWİSKİ
Yayınevi: Kayıhan Yayınevi

Kitabın yazarı 1909-1918 yılları arasında Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun İstanbul’daki büyükelçilikte askeri ateşe olarak bulunmuştur. O zamanlar Osmanlı’da içten bir çürüme, kokuşma başlamıştı. Bu çürüme her alanda mevcuttu. Bir örnek verecek olursak, bir memur sizden bir dakika izin istedi mi o, beş-on dakikayı bulur, iki dakika izin istedi mi 15-30 dakikayı, 5 dakika izin istemek ise işinizin o gün halledilemeyeceğini gösterirdi. Osmanlılar resmi görev icabı 4 ünvan kullanırlardı: Ağa, efendi, bey, paşa. Devlet hizmetlilerinin en alt kademesinde çalışan bekçi hizmetli, çavuş ya da erbaş gibi genellikle okuma yazma bilmeyen kişilere ağa; 8. derecedeki memur, subay ve kültürlü kimselere efendi; 7. ve 6. Derecedeki memur ve subaylar, yarbay ve albaylara bey; 5. derecedeki sivil ve askeri memura paşa denirdi. Ayrıca paşa oğluna bey, beylerin oğluna okuma yazma bilirse efendi denirdi. (Kaynak: www.osmanlimedeniyeti.com)


"Paşa" olmak ne mühimmiş bir zamanlar... Sivil asker farketmez en önemli konumdalar... Bugünse "a" dediklerinde "neden konuşuyorsun?" deniyor. Aradaki fark nereden kaynaklanıyor diye düşündüm. Kendime göre bir neden buldum...

-Saltanat ve hilafette Paşalar hep el üstünde;

-Cumhuriyette hep gözler Paşaların üstünde...




12 Ocak 2007

Ambulans ve trafik

Bugün...
Bağdat Caddesi'nde akşamüzeri...
Üç şeritte de araç yoğun...
Birden siren sesleri duyulmaya başladı...
Ambulans sol şeritte ilerlemeye çalışıyor...
Önündeki araçlar hemen sağ sinyallerini verdi...
Trafik lambası yeşile döndü...
Ambulans sireni yeri göğü inletiyor...
Ambulansın önündeki araçlar orta şerite geçemiyorlar...
Çünkü, yeşil yanan trafik ışığında, orta şerittekiler ambulansa ve önündeki araçlara yol vermek için beklemiyorlar...
Orta şeritteki araçlar durmuyor, gidiyorlar...
Ne soldaki araçların sinyallerini umursuyorlar, ne siren seslerini...
Sanırım herbiri "ben geçeyim, arkamdaki yol versin" diye düşünüyor...
Uzunca bir süre ambulansa yol verilememesi için aklıma başka neden gelmiyor...
Bugün halden anlamadılar belli... Yarın başlarına gelmesin yine de... Ambulans içinde çaresiz kalmasınlar...
Bir de "benden sonra tufan" anlayışından kurtulsunlar...

11 Ocak 2007

Atatürk'ü karikatürize etmek...

Sen "The University of California at Berkeley in 1989 with a degree in political science." okulunu bitireceksin...
Politika okuyacaksın.
Karikatürist olacaksın...
Sonra bir gün Atatürk ismini kullanacaksın.
Tepki geldiğinde de ben bilmiyordum diyeceksin.
Biz de inanacağız...
Öyle ya...
Alıştılar herşeye eyvallah denmesine...
Aşağıdaki linke mutlaka bakın ve protestonuzu mutlaka gönderin.

http://news.yahoo.com/comics/070110/cx_pearls_umedia/20071001
Mail adresi:
theratandpig@ aol.com


10 Ocak 2007

İstiklal Marşı

Malta'da Slovak bir arkadaşım oldu. Parçalanan Yugoslavya'dan doğan ülkelerden biri... Parçalanma deyince durup düşünmek gerekiyor...
Bu öyle bugünden yarına olmuyor.
Eminim Onlar bu süreci yaşarken farkedememişlerdir.
Neyse... Arkadaşım kendi bayraklarını bilmiyordu. 40 yaşının üzerinde, okumuş, iş-güç sahibi, dünyaya açık biri...
Böyle birinin bayrağını anlatamaması ne demek? Hatırlayamaması!
Avrupa'nın göbeğinde, parçalanmış, bölünmüş bir ülke vatandaşı...
Nereden nereye gelmişler ki, bayraklarını hatırlayamaz olmuşlar...
Bayrakları değerini yitirmiş belli ki...
Aksi halde hatırlanmaz mı? Hatırlayamayınca insan utanmaz mı?

Bayrak demişken İstiklal Marşı'mız aklıma geliyor... Çeşitli ortamlarda Ulusal Marşı'mızın nasıl okunduğunu lütfen bir kere daha izleyelim, izlettirelim... AKP'nin, DYP'nin, bir İsviçre vatandaşının, 4 yaşındaki kız çocuğunun İstiklal Marşı'mızı nasıl yorumladıklarına bazen utanarak, bazen imrenerek tanık olalım.


Kaynak: http://www.kuvvaimilliye.net/news_detail.php?id=8491

9 Ocak 2007

çift kaşarlı tost

İstanbul'a gelirken Susurluk'ta mola verdik tabi ki...
Kaşarlı tostumu yedim...
Yanında ayran...
Kaşarı nereye koysan lezzet verir zaten...
Çift kaşarlıysa üstelik "yeme de yanında yat" olur...


Bayramda siyasetin kaşar muhabbeti yapıldı önemli ağızlardan! Bu yazıyı yazmakta geciktim... Yazım gecikmiş olabilir, ama duygularım her dem tazedir...
Terimler literatürümüze "kaşarlı kadrolaşma" eklendi... RTE'nin dediklerini linki tıklayarak okuyabilirsiniz. Yaşım az değil ama hayatımda CHP'nin uzun soluklu iktidarını hatırlamıyorum. Ne yazık ki benden önce yaşanmış güzellikler... Şimdi varsa yoksa sağ liderler ve hep aynı isimler...
Konumuza dönüyorum ve "kaşarlı kadrolaşma" lafını kendime göre yorumluyorum.
Bizim sistemimizde güçler dengesini ne oluşturur?
* Yasama-Yürütme-Yargı

Bugünkü yürütme kadrosunun icraatları karşısında cumhuriyet ve milli değerleri koruyan kurumlar nelerdir?
* Cumhurbaşkanlığı
* Anayasa Mahkemesi
* Danıştay
* TSK
Bana göre en önemlileri bunlardır.
Bu kurumlarda yürütmenin icraatlarını denetleme/onaylama/onaylamama yetkisi var mı? Evet
Bu kurumlar cumhuriyet sisteminin kurumları mı? Evet
Bu kurumun başındakileri değiştirebildiler mi? Hayır

Yani CHP kadrolaşması denen şey aslında "Cumhuriyet kadrolaşması"...
Aslında bu terimin özü, CHP'nin kuruluş günlerine, cumhuriyetin kurum sisteminin oluşturulmasına kadar
geriye gitmektedir.

Hal böyle olunca "kaşarlı kadrolaşma" az gelir bana... "Çift kaşarlı kadrolaşma" isterim ben...



Sevgiliden ayrılmak

Bir bulut olsam, yüklenip yağsam
Dökülsem damla damla toprağıma
Bir deli nehir, bir asi rüzgar
Olup kavuşsam üzüm bağlarına

Bir çiğ tanesi, bülbülün çilesi
Annemin sesiyle güne uyansam
Radyoda ılık içli bir keman
Ağlasa nihavend acemaşiran

Bu şarkıyla Sığacık'a girdik... Bu şarkıyla çıktık. Biz ayarlamadık. Şarkılar öyle istedi...
Arabada 4 tane kasetimiz var. Biri Yaşar'ın Masal'ı.. Biri Rus Çiganı... Biri Fahir Atakoğlu... Diğeri de Sertap'ın La'l kaseti... Hepsi eski fakat hepsi birbirinden güzel...
Bayram öncesi-sırası-sonrası ben Salihli'de Annemdeydim. Fatih ise öncesi 1 gün, sonrası 5 gün geldi...
Üzüntülü bir haber alıp, aniden yola çıkmıştık... Hayatın acı gerçeklerinden... Nazilli'ye gidip bu acı görevi yerine getirdik.
Salihli-İzmir-Sığacık-Nazilli turunda görebildiğimiz akrabalarımız, dostlarımız çok oldu... Ege'de havalar yine çok güzeldi.
Parlak güneş, ılık hava, pırıl pırıl gökyüzü...
Sıcacık sohbetler, özlemler, hasretler...
Hızla akan saatler...
Özel hazırlanmış binbir çeşit yemek...
Sarmaş dolaş kavuşmalar...
Buruk vedalar...
Uğurlamalar, su dökmeler...
Her ayrılışta geriye bakıp el sallamalar...
Gözden kaybolana kadar geriye bakmalar...

Bana en çok dokunanı Annem'in arkada kalışıdır...
Mutlaka sokağa çıkar. Ama evinin önünden ayrılmaz.
Dudakları dua ile kıpırdanır...
Elinde bir bardak su...
Öpüşe koklaşa ayrılırız..
Arkamızdan buruk el sallar...
İşte o sahne uzun süre gözümden gitmez.
Sadece mimiklerden oluşan bu sahne sözlendiğim gün olduğu gibi beni içimden yakalar...
(Sözlendiğim gün, mutluluktan uçacağıma, tam seremoni sırasında annemin kibar ve hareketsiz duruşunda belli belirsiz yutkunmasını görüverip, aslında içinde ne heyecanlar olduğunu hissedince kendimi gözyaşlarıma kaptırmıştım.)

Sohbetlere susamışız... Candan konuşmalara... Sansürsüz muhabbetlere... İliğimize kadar doyduk sevgiye... Doping alıp ayrıldık Ege'den... Düşündük ki Ege'den ayrılmak "sevgiliden ayrılmak" gibi bize...




8 Ocak 2007

Ben geldiiimmmm...

Blogumu çok özledim...
Yazmayı çok özledim...
Ama çok güzel iki hafta geçirdim.
Yarından itibaren tıkır tıkır internetteyim...
Beklerim :)))